17 Haziran 2016 Cuma

ANTİKA TAMİRCİLERİ VE ANTİK ESERLER İÇİN MİMARİ SANAT TARZLARI HAKKINDA

Antika tamiri yapacak Restoratörlerin mimari sanat tarzlarını bilmeden Restorasyonu ve Konservasyonu yapmaları asla mümkün değildir.
 Sizlerden gelen sorular ışığın da mimari sanat tarzlarından derlediğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum
Restorasyon demek; objenin bütünlüğünün bozulan kısımlarının aslına uygun bir şekilde  yenilenmesi, onarılmasıdır.
Konservasyon ise; Objenin korozyona karşı bazı metotlarla  bozulmaya,çürümeye  karşı korunma tedbirleri çalışmalarının tümüdür.
İşte görüldüğü gibi Restorasyonu ve konservasyonu yapacak restoratör mimari sanat tarzlarını bilmediği takdirde tarihsel değeri olan antikalarınızın onarım ve bakımlarını yapamayacağı ve antikalarınızı çöpe çevirebileceği bir aşikardır.
Her mimari sanat tarzının ait olduğu döneme ait bazı özelliklere sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Sizlere ana hatlarıyla hazırlamış olduğumuz bu sanat tarzları ile ilgili bilgilerin çalışmalarınıza ışık tutacağı bilinciyle ayrıntılara özellikle dikkat ettik.
Şimdi belli başlı sanat tarzları ve o dönemin karakteristik özelliklerini birlikte inceleyelim:


Art deco
Art deco Fransa menşeli sanat akımı. 1920'lerden sonra özellikle mimaride görülmüştür. Adını 1925 senesinde yapılan Exposition Internationale des Arts Décoratifs et Industriels Modernes (Uluslararası Modern Dekoratif ve Sınai Sanatlar) sergisinden almıştır. Art nouveau'nun hemen ardından gelen bu akım, ondan farklı olarak el emeğine değil, sanayiye dayalıdır. Desenleri geometriktir. Art nouveau'da olduğu gibi gotik süsleme öğelerinden yararlanılır. 1930'lardan sonra mimarların mimariyi süsten ayırmak istemeleri ve süslemeyi değil işlevselliği  savunmalarıyla son bulmuş; fakat 1960'lı yıllarda yeniden itibar görmeye başlamıştır.
Art deco'nun ilk büyük örneğinin Eliel Saarinen'in Helsinki Garı olduğu öne sürülür.. Ankara Tren GarıChrysler BinasıRockefeller CenterEmpire State Binası ve Streamline, art deco'nun mimarideki en bilinen ve en görkemli eserleridir
Art Deco çeşitli tarihî kaynakların yanısıra, Art Nouveau [Okunuşu: Ar Nuvo], Bauhaus akımı ve Kübizm gibi çeşitli avangart kaynaklardan etkilendi. Süslemeye ilişkin fikirler Amerikan Kızılderili, Mısır, Maya ve Aztek kültürlerinden ve antik Roma ve Yunan'dan geldi.
Her şeyin ötesinde Art Deco yeni bir yüzyıl için tasarlanmış sofistike bir modernizmi temsil ediyordu. Kullanılan modern unsurlar arasında stilize dişli çarklar ve tekerlekler gibi makine ve otomobil örüntüleri ve şekilleri veya güneş ışıkları veya çiçek buketleri gibi doğal unsurlar bulunuyordu.
Art deco stilinin açığa çıkması 1925 yılında Paris’te gerçekleşen süsleme sanatları (art decoratifs)sergisi sayesinde olmuştur. Serginin ismini alan dekorasyon stilinde öne çıkan özellik sembolik imgelerin tasarımda yer almasıdır.
Art deco tarzı, dönemin mimarisinde oldukça yaygın olarak kullanılmıştır. Oteller, benzin istasyonları, sinema salonları ve gökdelen gibi mekânlarda çiçek stilleri, gün ışığı yansımaları, kuş resimleri ve makine dişlileri, art deko mimarlarının yoğun olarak kullandığı modeller arasındadır.
Zigzag motifler de, kral mezarlarında tasarlanan ve uygulanan diğer modeller arasındadır. Kral Tutankamon ’un mezarında bulunan ihtişamlı örüntüler, güçlü ve dalgalı çizgiler, canlı renkler 1930lardaki modern deco mimarisiyle tasarlanan bina mimarileri için ilham kaynağı olmuştur.
Dikey ve güçlü bloklar binalara şelale izlenimi verirken, renkli bloklarda mimariye hareket katan diğer bir faktördür. Bu basamaklı bloklar aslında Mısır ve Asur piramitlerine olan hayranlığı ifade etmekte ve eskiye duyulan özlemi yansıtmaktadır. New York Empire State binası, bu sıralı ve basamaklı mimariye örnek gösterilebilen en tipik örneklerdendir.
Art deco mimarileri, dörtgen antik mimari yapılarına da sahip olabilir. 1930ların başında art deco tarzı ile inşa edilen bu mimari yapıtların ayırt edici özelliği, şeklindeki  zigurat biçimlerinden kaynaklanır. Güçlü hat çizgileri ve sütun yanılsaması  özelliklerini açığa vuran bu mimarilerde, eski çağların akustik havaları yakalanırken, inşaları da yeniçağın teknolojik gelişmeleri ile göklere ulaştırmaktadır.

Art Nouveau 
Art Nouveau (Türkçe: Yeni Sanat), zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır. KöklerininLondra merkezli Arts & Crafts Hareketi'ne dek gittiği söylenebilir.  Avrupa ve Amerika’yı etkilemiştir.
1890-1910 yılları arasında bütün Avrupa'yı etkisi altına almış olan romantik, bireyselci süsleme akımı. Art Nouveau 19.yy sonunda Osmanlılarda da saray mimarı Raimondo d'Aronco'nun etkisiyle benimsenmiştir. (örn.Beşiktaş Serencebey'deki türbe). Geçmişten esinlenmeyerek özgün bir üslup yaratmaya çalışan Art Nouveau'da birbirini izleyen akıcı biçimler, simetri için asimetri görülür. Grafik ve resimden başlayarak halıcılık, heykel ve mobilyadan mimarlığa kadar sanatın bütün kolllarını içine alan "Art Nouveau" mimari strüktür ve planlama ile ilişki kurmadan yalnızca estetik bir davranış halinde gelişmiş ve daha çok süslemede kalmıştır. Art Nouveau süslemesi başlıca lale gibi bitkilerin veya böceklerin duyargalarının biçimlerine dayanan çizgilerin ve biçimlerin cömertçe kullanılmasından ibaret kalmıştır.
Art Nouveau zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır. Köklerinin Britanya merkezli Arts&Crafts hareketine dek gittiği söylenebilir. Avrupa ve Amerika’yı etkilemiştir.
19. YY sonu ve 20. YY başında etkili olmuş bu akım ülkemizde 1900 Sanatı ya da Yeni Sanat adlarıyla anılmakla birlikte birçok Avrupa ülkesinde bölgesel olarak değişik adlarla anılmış , adlara uygun olarak ta uygulamaların niteliklerinde değişiklikler görülmüştür.
Modern Style, Yellow Book Style, Fin de Siecle Style, Jügenstil, Secession Stil bölgesel olarak kullanılan adlara örnektir. Stilin ilk aşamalarındaki mimarlıkta aşamalar daha belirgindir; kullanılan abartılı barok stili benzeri dekoratif bezeme ve süslemeler sebebiyle Floral Style, Style Coup De Fouet (Kamçı Vuruşu Stili) ve Style Angouille (Yılanbalığı Stili) olarak da anılmıştır.
Ortaçağ gotik sanatını savunan İngiliz estetikçi ve tarihçi John Ruskin’den etkilenen; Praeraphaelit grubu üyesi William Morris, mutlulugun el emeğiyle elde edilebileceği, işçi kesiminin yasama sevincine bu tür çalışma ile ulaşabileceği inancındaydı . İnsan ile maddenin arasına giren makinenin , dolayısıyla endüstriyel gelişimin güzelliği yok ettiği görüşündeydi. Yalnız ve yalnız insan elinin maddeye can verebileceği , ortaçağ sanatçılarının eserlerinin mükemmelliğinden aldıkları zevkle özgür ve mutlu olduklarını savunuyordu.
Sosyalist fikirlere sahip W. Morris, sanatı , el emeği niteliğiyle geniş halk topluluklarına mal etmek suretiyle demokratlaştırmak istemiş, sanat kurumları açmış ayrıca imal ve satışın bir arada gerçekleştiği atölye-mağazası Morris Company’i açmıştır (günümüz meslek okulları niteliğinde).
Doğruluğu tartışıladursun W. Morris’in bakış açısı birçok sanatçı tarafından benimsenmiş, desteklenmiş ;bu yolla el sanatlarına dayalı bir sanat akımı oluşmuştur.  Endüstriyel gelişmelerle ev yapımı ürünlerin pahalı kalmasıyla fakir işçi kesim yerine zengin koleksiyonculardan rağbet görmüştür. Kısaca endüstriye yenilmiştir.
Art Nouveau ismi 1896 yılında Paris’te açılmış olan , dekoratif mobilya ve aksesuar  satan bir mağazadan gelmektedir. Devlet salonuna kabul edilmeyen sanatçıların da bu tur eşyaların alım satımıyla ilgilenmeye başlamasıyla akım güçlenmiş ve anti akademik bir nitelik kazanmıştır.
Art Nouveau zamanla klasizmi reddetmiştir. Bu toplumsal değişimi de yansıtan bir durumdur. Darwin sonrası bir toplumda, Tanrının varlığının ancak sorgulanabildiği bir zamanda, insan ruhunun karanlık yanları ortaya çıkmaya başlamıştı. ”Fin de siecle” yani “yüzyılın sonu” sanatçıları ve yazarları sis ve loşluğu parlak gün ışığına  yeğlerler. Paris gece hayatından, dansçılar ve hayat kadınlarından ilham alan grafik çalımsalar, mimaride Victor Horta’nın Loie Fuller’e tasarladığı tiyatro binası bunu kanıtlar niteliktedir.
Klasizme sırtını dönen Art Nouveau sanatçıları ilhamı öncelikle doğada aramışlardır. Bitkisel motifler, kadın figürleri kıvrılan bükülen çizgiler akımın etkilediği her alanda kullanıldı. Bitkileri ve hayvanları düzenli kompozisyonlarda statik bir formda kullanan eskilerin aksine doğanın dinamik kuvvetleri dile getirilmeye çalışılmıştır.
Demirin yapı malzemesi olarak kullanılması (1889 Paris Fuarı için yaptırılan Eiffel Kulesi) mimari için önemli bir devrim hareketi olmuştur. Demir; metro girişlerinde, yapıların değişik bölümlerinde, günlük yaşam araç ve objelerinde hem fonksiyonel hem de süs olarak (fer forge) değerlendirilmiştir.
Demirin kullanımının yanı sıra Art Nouveau’nun karakteristikleri : camın (vitray) yoğun kullanımı bunun bir sonucu olarak ışık ve aydınlatma çözümleridir. Aydınlatmanın önem kazanmasıyla cam pencerelerle aydınlatılan (misterious light) merdiven yada hollerin merkez olarak yerleştirildigi yeni bir plan düzenine gidilmiştir.
Art Nouveau mimarlık sanatı 3 aşamada incelenebilir:
1896-1900yılları arasında başka stillerin yansımalarının net olarak görüldüğü bu dönemde Neo-Barok denilebilecek motifler ve bitkisel bezemeler ön plandadır.
“Gotik’i taklit ya da tekrar etmemeli sadece (ona) devam etmeliyiz” diyen Anton Gaudi yapıtlarında renkli yüzeyler, dalgalı formlar bol dekorasyon ve organik motifler kullanarak bu akımın ilk örneklerini yaratmıştır. Gotik mimari ve Catalan mimarisinin bir sentezi de sayılan yapıtların her yerinde süsleme öğeleri olarak bükük, kıvrık çizgili hacimler kullanılmıştır.
1905-1914 yılları arası geçiş aşamasıdır. Bu dönemde dekoratif süsler sadeleşmiş ,  çizgiler stilize edilmiş, eğri çizgiler çokgen ve küpler oluşturmaya başlamıştır.
1925’te uluslararası stil uygulamaya geçmiş; eğriler-geometrik figürler, yoğun dekor-sistematik sadelik, fantezi-fonksiyon paralellikleri vardır.
Art Nouveau'nun el sanatlarını yayma ilkesi 20 y. y. da endüstriyel tasarım ekonomik  ilkesini oluşturmuş , el sanatlarının fonksiyonel olması gerekliliği vurgulanmıştır. Mimarlıkta da form fonksiyonu izler. Style Internationale aynı zamanda kübik hacimler oluşturur, düz yüzeyler teras nitelikli katlar bu formları tamamlar; yalınlaşan tasarımda yüzeyler dik açılarla birleşir. Bu mimari stilinin tanınmış temsilcileri arasında Le Corbusier, Walter Gropius, Mies Van Der Rohe, Avlar Aalto sayılabilir.

Barok mimari‎ 
17. ve kısmen 18. yüzyılda Avrupa’nın özellikle Katolik ülkeleri (Đtalya, Đspanya, Portekiz, Avusturya, Güney Almanya, Belçika) ile Latin Amerika’ya yayılmış ve eğri hatların hakim olduğu bir üsluptur. Abartılmışı seven bu üslup, gerçekdışına olan eğiliminden ötürü göz aldatımına ve yanılsamaya önem vermektedir. Barok mimari, Rönesans’ın katı kurallarına bir tepki olarak (Karşı-Reform hareketi) Đtalya’da Roma’da ortaya çıkmış ve 17. yüzyılda ülkenin gözde üslubu olmuştur.
Barok mimarlık abartılı hacim ve dekorları kullanarak görkem ve güç etkisi yaratmaya çalışmıştır. Tanrı ve kral, dönemin iki mutlak hükümdarıdır. Tanrı için kiliseler, kral için saraylar yapılmaktadır. Kilise iç mekanları Cennet’in küçük bir örneğini vermeyi amaçlamaktadır. Resim, heykel ve mimarlık bezemesi bu amacın gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır. Yapıların iç mekanları ışıklıdır. Kubbe içleri ve tavanlar, abartılı ve karmaşık perspektif sistemlerinin kullanımıyla gerçekleştirilmiş resimlerle sonsuza açılmaktadır. Barok dönemde, dünyevi gerçeklerin sınırsız sonsuzlukta olduğu inancıyla, hareket ve sonsuzluk esas alınmıştır. Organiklik ve doğacılık eğilimi dikkat çekmektedir.
Mimarlık öğeleri, işlevleri düşünülmeden, sistemli olarak kırılıp bükülmektedir. Cephelerde, dinamik ve savrulan hareketler denenmekte, böylece mimari, hareketin sonsuzluğuna kendini kaptırmaktadır. Işıkgölge oyunları üzerinde durulmuştur. Barok mimarlık örneklerinde, eğri çizgi ve alanlar, değişen ışık altında, ışığa bağlı bir hareketin yaratılmasına olanak sağlamakta ve yapıya ritm katmaktadır
Barok, Rönesans’ın sağlam, açık ve keskin hatlı formlarının gevşemesi, biçimlerin bir kompozisyon içinde erimesi ve birbirleriyle kaynaşmasıdır. Rönesans’ın sakin figürü, Barok’ta hareketlenmekte ve sessizlik gürültüye dönüşmektedir. Barok sanatçı, kural ve prensipleri reddetmektedir. Bu sübjektif yaklaşım, mimariyi Rönesans’tan ve Antikite’nin titiz kurallarından tamamen uzaklaştırmakta, organik ve eğri hatlara yaklaştırmaktadır.
Portekizce’de “tam yuvarlak olmayan düzensiz inci “ anlamına gelen barroco sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Barok iki farklı anlam içermektedir. Bunlardan biri Estetik kuraldır. Bu anlamıyla Klasikçilik karşı bir tepki olarak değerlendirilmektedir.

Duranlığa karşı, coşku ve hareketlilik anlamları taşımaktadır. Bu özellik, Wöfflin’in de belirttiği gibi, sürekli ve geri dönüşlü bir kategoridir. Tüm zamanları içerir. Klasik bir dönemi Barok dönem izler. Görsel sanatlarda “ Barok çağ” olarak adlandırılan dönem, 17.yy’ın tümünü kapsar ve 18.yy’da Roma’da klasik tepkilerin başladığı 1750’ye değin uzanır.

Barok üslup İtalya’da doğmuş, İtalya dışında İspanya, Belçika, Avusturya, G.Almanya,  Polonya gibi Katolik ülkelerde sevilerek uygulanmıştır. Roma, Viyana, Prag gibi kentler önemli Barok merkezleridir. Avrupa dışında Rusya, geç Osmanlı sanatında izlenen Barok üslubun, Orta ve Güney Amerika’da yerel niteliklerle karışmış olarak çok özel görünümlerine rastlanmaktadır.

Barok mimarlık abartılı hacim ve dekorları kullanarak görkem ve güç etkisi yaratmaya çalışmıştır. Antik çağ yapılarının bezeme programı kullanımakla birlikte, anlatım değişikliğe uğramıştır. Kırık alınlıklar ve kemerler nişler içinde büst ya da heykeller, yüksek kabartmalı silmeler, yaprak ve dal örgeleri, uçan melekler, oval madalyonlar, bu üslubun programını oluşturur. Barok mimarlık yapıya ritim katar. Barok üç dönemde incelenmektedir. 1.Erken Barok 2.Yüksek Barok 3.Geç Barok
En erken örnek Vignola’nın yapımına başladığı Il Gesu kilisesidir. Yapı tek neflidir, birbirleriyle bağlantılı şapeller nefin iki yanında sıralanır. Orta nefle, kısaltılmış Transeptin kesiştiği noktada yüksek bir kubbe yer alır.
Maderno 1603’te S.Susanna Kilisesi’nin Cephesi ve 1612’de tamamladığı San Pietro Kilisesi’nin cephesi, S. Carla al Corso Kilisesi kubbesi dönemi temsil eden örneklerdir. 17.yy sonlarına doğru, Barok üslubun Roma’da gücünü yitirmesine karşın, Torino ve Venedik’te yeni atılımların gerçekleştirdiği izlenmektedir. Guarını ve Juavara Torino’yu İtalyan mimarlığın canlı merkezlerinden biri durumuna getirmiş iki ünlü mimardır.

Barok mimarisi 16. ve 18. yüzyıllarda boy gösteren ve müzik ve diğer sanat dallarında da etkilerinin görüldüğü bir akımdır.Özellikle kiliselerde bu akımın etkilerini mitolojik kaynaklardan aldığına rastlanır.İşlemeli duvarlar ve görkemli bahçeler ile etkileyici bir üsluptur
 Barok dönemi yapılarının biraz gösteriş ve lüks merakından kaynaklandığı da söylenir.O dönem prenslerinin halklarına güçlü olduklarını göstermek istemesi ve diğer prensliklere gösteriş merakından kaynaklandığı da bilinmektedir.
 Dönemin en karakteristik özelliklerinin başında doğadan esinlenme yerine onun biçimle kaynaşması baz alınmıştır.Süs havuzları , büyük avlu ve bahçeler , süslemeli duvarlar mitolojik kahramanların bulunduğu figürler karakterini yansıtan başlıca öğelerdendi.Lüks merakı öylesine biçim odaklı ve heykelsiydi ki insanların yanına yaklaşması bile yasaklanmıştı.
Barok Mimarisi’nin önemli özellikleri bulunmaktaydı. Bunların tamamını yazmak olanaksız ama karakteristik özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkün;
Henüz  tamamlanmamış veya bilerek eksik bırakılmış mimari unsurlar
Özellikle oval – yarım madalyon formlu geniş sahınlar
Işığın mükemmel yorumuyla gölge oyunlarına rastlamak mümkündür
Mitolojik Figürlerin başrolde olduğu resimler ve görseller
Tavan freskleri de çok önemli bir unsurudur
Yanıltıcı ve şaşırtıcı görsel ilüzyonlar
Veba salgınına atıfta bulunan ”veba sütunları”

Bauhaus
Bauhaus; 20. yüzyılda mimari, tasarım, sanat alanlarında yeni akımlar yaratmış bir okuldur. Kurulduğu zaman dünyanın en seçkin ve çağdaş mimarlarınısanatçılarını,  bir araya getirerek, yalnızca bir eğitim kurumu yaratmamış, aynı zamanda bir üretim merkezi ve tüm bunların konuşulup tartışıldığı bir yer haline gelmiştir.
Bauhaus mimaride olduğu kadar endüstriyel tasarım ve şehir planlama gibi konularda yenilikler getirmiş, yeni bir mimari akım yaratarak, sanatın tüm dallarını etkilemiştir.
Bauhaus'un kuruluşundaki ilk hedef kombine bir mimarlık okulu, zanaat okulu ve güzel sanatlar akademisi yaratmaktı. Savaş sonrası Gropius'a göre yeni bir mimari stil başlamalıydı. Daha fonksiyonel, ucuz ve kalıcı ürünlerin üretildiği bir stil. Böylece Gropius sanat ve zanaatı birleştirerek, fonksiyonel ve sanatsal ürünler yaratmak istiyordu.
Bauhaus'a göre mimarlık, ressamlık, heykeltraşlık ve zanaatkarlık iç içe olmalıydı. Walter Gropius; sanatçıyı, zanaatkarın yücesi olarak görürdü.
Bauhaus'un en temelinde sanatsal ve uygulamalı öğretim yatıyordu. Her öğrenci kendi seçtiği çalışma atölyesine katılıp bitirdikten sonra, mecburi hazırlık kursunu tamamlamak zorundaydı. Böylelikle temel zanaat bilgisi, tasarım parametreleri ve uygulama bir araya getirilmişti.
Makina Bauhausçular tarafından pozitif bir eleman olarak değerlendiriliyordu. Bu sebeple endüstri ürünleri tasarımına da önem veriyorlardı.
Temel tasarım dersi fikri ilk burada oluşmuş ve günümüzde dünyadaki çoğu mimarlık okullarınca benimsenmiştir.
Bauhausta nesnel yaklaşım benimsenmişti. Okula gelen öğrencilerin öğretmenlerini,  birini ya da bir stili taklit etmeleri yerine kendi yollarını bulmaya teşvik ediyorlardı.
Bauhaus bir tasarım okuludur. Devlet Bauhaus Okulu (Das Staatliche Bauhaus) bir mimarlık okulu olarak değil, özellikle zanaatları önemseyerek, tüm tasarım disiplinlerini kapsayacak biçimde oluşturulmuştur. Bauhaus’un temel düşüncesi, sanatla zanaatı birleştirme ve disiplinleri bütünleştirme zorunluluğunu vurgulamasıdır.  Mimarlığı bir araştırma nesnesi olarak ele almış, bu okulun üretim biçimleri, malzemeler, yeni denemeler asıl ilgi alanını oluşturmuştur. Bauhaus kurulduğunda tasarımın araç ve olanaklarının tüm alanlarını sorgulamak görevini yüklenmiştir. Bir arada ve artan bir işbirliği içinde çalışma sağlanarak, bir ölçüde ortak bir anlayıştan yola çıkarak, zamanın endüstrisi, zanaatları, bilim dalları ve yaratıcı tasarım güçleri arasındaki bağlantıyı kurmayı başarmıştır. Bauhaus potasında oluşan bu sentez, temel tasarım uygulamasının yönlendirmesiyle ışınlanmış ve günümüze kadar ulaşmıştır
Cesur, rasyonel ve fonksyonel tasarımları ile Bauhaus anlayışının etkisi sanat, tasarım ve mimari disiplinlerde halen devam etmektedir. Bauhaus ekolünün ortaya çıkardığı mimari yapılar, eşyalar ve sanat eserleri günümüz bakış açısı ile modern ve estetik görünsede,1920’li yıllarda yarattıkları farklılıkla dönem insanları üzerinde oldukça şaşırtıcı etkiler oluşturuyordu.
Almanya’nın ekonomik kalkınma hamleleriyle, İngiltere’ye ait endüstriyel üretim şekillerini ve zanaat yöntemlerini kendi sınırları dahilinde hayata geçirmeye başladığı, 19.yüzyıl’ın sonu, Bauhaus düşüncesinin de miladı oluyordu.  Bu tarihe kadar sadece sanatsal çalışmalarını sürdüren Prusya Sanat okulları atölyelerinde, İngilizlerin geliştirdiği metotları da kullanmaya başladılar.
Bu dönemde Peter Behrens ve Henry van der Velde gibi modern sanatçılar Düsseldorf ve Weimar okullarının yönetimini üstlenmişlerdi, endüstri ürünlerinin önemli ekonomik faktörler olduğunu vurgulayıp Avrupa pazarında üstünlük kazanmak için, yeni stiller geliştime konusunda gayrete girişiyorlardı.
Bu düşünceler baz alınarak, Alman sanat, endüstri ve zanaatını biçimlendirip, bağdaşık bir Alman stilini geliştirip belirlemek için, 1907 yılında Münih’te “Deutscher Werkbund”, yani Alman eser ittifakı oluşturuldu.
Bauhaus eğitiminin merkez ayağı, tüm sanatların birleştirilmesinden oluşan geleceğin mimarisiydi. En önemli örneklerinden biri 1926 yılında Walter Gropius tarafından tasarlanan ve inşa edilen usta evleriydi (“Meisterhäuser”).
Kullanılan tüm malzemeler denetlenmiş ve teknik donanımlar çağın en yeni ve gelişmiş modellerinden esinlenilmişti. İç tefrişatlar, örneğin mobilyalar, halılar ve diğer tasarımlar Bauhaus’un kendi atölyelerinde üretilimişti. Malzeme seçiminde, mobilyaların ve duvardaki renklerin bina ile bir bütünlük sağlamasına özen gösterilmişti. Bunun anında her odada farklı bir kalite anlayışı göze çarpıyordu.
Bu örnek binaların hayata geçirilmesi için bir yerleşim bölgesi planlanmış, ancak ilk bina yapılsada Bauhaus’un iki yıl sonra Dessau’a taşınması ile proje gerçekleşememiş ve “Am Horn” binası Weimar şehrinde Bauhaus’un tek mimari eseri olarak günümüze kadar ulaşmıştır.

Bizans mimarisi‎ 
Bizans mimarisi, Bizans İmparatorluğumimarisidir. İmparatorluk, Büyük Konstantin,  Roma İmparatorluğu başkentini Roma'dan Byzantion'uma doğuya taşıdığı 330 yılından sonra ki Roma İmparatorluğu'nun sanatsal ve kültürel varlığını adresler. Byzantion, "Yeni Roma", sonradanKonstantinopolis ismini almıştır, bugün İstanbulolarak adlandırılmaktadır. İmparatorluk, bir Milenyumdan  fazla yaşamış, Avrupa'da Orta Çağ ve Rönesans mimarlığını etkin şekilde etkilemiş, 1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra Osmanlı mimarisini etkilemiştir.
Doğu mimarlığının etkisinde kalan ve bu etki içinde gelişen Bizans mimarisi, bir tuğla mimarisidir. Bunun yan sıra malzeme olarak taş, bazen taş ve tuğla birlikte (almaşık) kullanılmıştır.
Bizans İmparatorluğu içinde serbestçe yapılan, kullanımına ve gösterişli olmasına özen gösterilen ilk kilisele
r "bazilika" plânındadır. Bazilika, Helenistik ve Roma döneminde, açık pazarı ve mahkemesi bulunan büyük salonlara verilen addır.

Bizans sanatı dînî mimarînin ana prensiplerini İlkçağ Roma mimarîsin den almıştır. Erken Hıristiyan çağının ve İlk Bizans devrinin başlıca kilise mimarîsinin şaşmaz yapı tipi olan basilika, menşei hususundaki pek çok hipotezlere rağmen ilk örneklerine Roma mimarîsinde raslanan profan basilikaların Hristiyan inancına uydurulmuş bir devamcısıdır. Uzunlamasına gelişen mekân iki destek dizisi ile üç sahne ona ayrılmış, ortadakinin doğu ucuna dışarı ta­ şan yarım yuvarlak plânlı ve üstü kâgir yarım kubbe ile örtülü apsis yerleştirilmiştir. İlk yüzyıllarda dev ölçülerde inşa olunan basilikaların üstleri çifte meyilli kiremit kaplı ahşap çatılarla örtülü olduğundan, bu tür yapılar yangınlarda ve zelzelelerde çok büyük ölçülerde zarar görmüşler bu yüzden de, harap olduklannda çok defa bir daha ihya olunamamışlardır. Basilikaların batı taraflarında atrium denilen etrafı revaklı bir avlu ile hazırlık mekânı durumunda narthex denilen bir ön hol vardır. Basilikalann bazıları pek nadir hallerde beş sahnlı yine bazı nadir hallerde apsisin önünde transept denilen, iki ucu dışarı taşkın enine uzanan bir mekân da vardır. Hellenistik tip denilen, bu klâsik basilikalar Akdeniz çevresinde sayısız denilebilecek  kadar çok inşa olunmuştur
Başta başkent İstanbul olmak üzere bilhassa büyük şehirler ile kıyı bölgelerin de çok yaygın olan ve cemaatin toplu ibadetine mahsus olan bu basilika mi marisinin iki yerde Suriye ve İç Anadolu'da değişik biçimlerde uygulandıkları dikkati çeker. Suriye'nin muntazam keme taş teknikli basilikaları, geniş kemerli girişleri ve bunun iki yanında yükselen kuleleri, nefleri ayıran seyrek payeleri ve bunların üzerlerine uzunlamasına atılmış geniş açıklıklı kemerleri, apsisleri nin dışındaki konsollara oturan süs mimarileri ile çok değişik bir mimariye sa hiptirler. Halbuki İç Anadolu'da,  Karaman dolaylarında Karadağ'daki basilikala rın itina ile yontulmuş kesme taş mimarileri çok daha değişiktir. Bunlar hiçbir süs unsuru olmayan, son derece içine kapanık, dışarıya ikiz bir giriş ile bağla nan, üstleri kâgir tonozlarla örtülü basilikalardır. Metleri bodur payeler ayını.
Erken devir Bizans mimarisi Roma'nın hamam ve mezar binalarından ilham alarak bir tarafdan da merkezî plânlı dinî yapılar meydana getirmiştir. Genellikle aziz veya azizelerin hatırasına sunulan ve onlann kutsal kalıntılarını (renque) muhafaza eden bu yüzdende martyrion (şehidlik) olarek adlandırılan bu türden yapıların, benzerleri vaftiz binaları(baptisterion) olarakda inşa olunmuş­tur. Bunların merkezî mekânlarının içinde sütunlardan meydana gelen bir halka bulunur ve genellikle üstleri bir kubbe ile örtülüdür. Duvar kalınlığı içine de hem mekânı genişletmek, hem statik bakımdan kubbe sisteminin baskısını karşılamak hem de masif duvar kitlesini hafifletmek gayesiyle nişler yapılmış­tır. Merkezi plânlı yapılar, basilikalara nazaran mimarlara daha geniş çeşitlilik sağladıklarından çok değişik ve zengin uygulamalar meydana getirilmiştir. Erken devir mimarisinin önem verdiği bir özellik de, basilikalanın bitişiğinde müş­temilât olarak genellikle merkezi plânlı bir ek yapının bulunmasıdır.
V. yüzyıla doğru Anadolu'da bu iki ayrı mimârî anlayışı birleştiren bir yapı tipinin doğduğu görülür. Bu, kubbeli basilika adı verilen kilise biçimidir. Bunda zemin plânı bakımından bir basilika olarak yapılan mimarî eserin orta sahnının ortasının kare bir kule gibi yükseltildiği ve bunun bir kubbe ile örtüldüğü görülür Anadolu'da Antalya'da Kesikminare c. (Panaghia kil.), Mut yakı­ nında Alacahan manastın kilisesinde varlığı tesbit olunan, Silifke'de Thekla zi yaretgâhındaki ikinci kilisede de uygulandığına dair izler olan bu sistemin, en büyük ve gösterişli örneği, İstanbul'da İmparator İustinianus'un 532-537 yıllan arasında şimdiki şekli ile yeniden yaptırtığı Ayasofya'dır. Roma mimarlığının çok sevdiği aşırı derecede büyük ölçüler ile meydana getirilen bu eser, zemindeki plânı bakımından bir basilika yani uzun yapı olarak tasarlanmış, fakat örtü sisteminde, merkezî tipli binalarda kullanılan kagîr kubbe sistemi ile orta sahnın örtülmesi düşünülmüştür. Batı Anadolu'lu iki mimann, Tralles (Aydın)'li İsodoros ve Miletos (Söke-Balat)'lu Anthemios'un bu binada "rüzgârdan şişmiş bir yelken biçimindeki" kubbeyi dört büyük kemer üzerine oturtmakla beraber, 31-33 m. çapındaki bu kubbenin baskısına önce batı-doğu ekseni üzerinde iki büyük yarım kubbe ile yarıya böldükleri, sonra her yarım kubbeyi eksedra yanm kubbeleri ile üçe bölerek karşıladıkları görülür. Böylece zemin plânı olan basilika örtülmüş oluyordu. Fakat bina esasında basilika preniplerine uygun olduğundan iki yanlarındaki baskılar, kuzey ve güney galerideki bir kemer ve tonoz sistemi ile karşılanmak istenmiş, bu da statik bakımdan yetersiz olduğundan, yanlara doğru açılma tehlikesinde olan yapının sürekli desteklenmesini gerektirmiştir.
Bu ilk devrin yapılarının, Suriye'dekiler hariç, dış mimarileri sade ve gösterişsizdir. Tamamen içe dönük bir mimari hakimdir. İstanbul'da Fatih camii yerinde olduğu bilinen Hagioi Apostoloi (On iki Havvari) kilisesi ile Ephesos (Selçuk)'da Hagios İoannes kiliselerinde ise VI. yüzyılda, basilika ile kubbeli yapı prensipleri kaynaştırılarak, serbest haç biçimindeki bir plân üzerinde uygulanmıştır. Bu esasa göre yapılan bu büyük yapılarda bir mekân bütünlüğü olmayıp peşpeşe sıralanan ve yanlardan da tekrarlanan biribirinin benzeri mekânlar vardır. Bu düzenleme, dört yöne uzanan dört basilikanın bir orta mekân etrafında haçvarî toplanması suretiyle meydana gelen, Suriye'deki Symeon Stylites (Kalat-ı Seman) manastırı ziyaret kilisesini andırır, ve onun gelişmiş bir benzerini teşkil eder. Yani kısacası VI. yüzyıl mimarisi büyük yapılarda bile Ayasofya programını tekrarlamayı denememiştir.


Eklektik mimari‎ 
Eklektisizm, farklı sanatsal dizgelerden alınan öğelerin yeni bir dizge içinde yeniden kullanılmasıdır. Sanattaki farklı çağ ve usluplardan seçilip devşirilen öğelerin yeni bir tasarım ya da ürün oluşturmak için ele alınması olgusunu ifade eder.
Eklektisizm kelimesinin kökü olan Eklektik kelimesi genellikle, bir sisteme ait olan veya tek başına anlam ifade eden öğelerin birden fazlasını toparlayarak oluşturulan  yeni sistem veya sistemler anlamına gelmektedir. Türkçe'de "eklemek-takmak "  anlamına gelen bu kelime, Lidya dilinde "eklektikos" veya tam olarak "yine takmak" anlamına karşılık gelen "eklegein" kelimelerinden türemiştir.
Eklektisizm, 19. yüzyılda çok yaygın bir biçimde görülür. Bununla birlikte eklektisizm  bir üslup değil, bir davranış biçimi olarak değerlendirilmelidir. Ancak farklı eklektisist üsluplardan söz edilebilir. Bu üsluplar hepsinde davranış biçimi ortak olduğu halde, biçim malzemesininde de değişirirdiği çağ ya da üslup ve bunların yeniden dizgeleştirilişi farklıdır.
Kelime anlamı olarak "seçmecilik, çeşitli görüşlerden seçilmiş fikirleri bir araya toplama" olarak tanımladığımız eklektizm trendi son yıllarda dekorasyonda da kendini çokça hissettiriyor. Ancak bu yıl karşımıza daha modern ve sade formlarla dengelenmiş versiyonu çıkıyor. Geleneksel çizgilerin modern detaylarla zenginleştiği  bu stilde taş, ahşap gibi doğal ve sert hatlı malzemeler oldukça renkli ve yumuşak formlarla birleşiyor. Özellikle mimari olarak dikmeli ve kirişli yapı sistemi geleneksel alçı sıva duvar ve konsol tavanlarla sıra dışı bir mimari kontrast yaratıyor. Eklektizm tasarım dünyasının en gözde ‘mantra’sı olmuş durumda. Farklı kültürlerin yarattığı sinerji yaşam alanlarında hayat buluyor.
Modern eklektizmin en güzel örneklerinden biri olarak tasarımcı Piero Lissoni'nin Karteli için tasarladığı Pop koltuk ve Philippe Starck tasarımı Mademoiselle Chair'i gösterebiliriz. Her ikisi için de Missoni'nin çiçek baskılı kumaşları tercih edilmiş. Yine, İç Mimar Shelia Bridges'in dekora ettiği evler, sınır tanımayan, özgür dekorasyonu ile tam anlamıyla modern eklektizmi yansıtıyor.
Modem eklektik stil, aslında oldukça gündelik ve evinizde uygularken fazla zorlanmayacağınız kadar doğal ve eğlenceli bir dekorasyon tarzı. Önemli olan hangi mekan olursa olsun dikkat çekici ve beklenmedik bir odak noktası oluşturmanız. Örneğin sade renkli bir salonda kullanacağınız kırmızı çiçekli modern bir lambader ya da puf, tüm mekana sıradışı bir hava katacaktır. Şeker pembesi duvarlar ya da tek duvara uygulayacağınız bol çiçekli duvar kağıdı hemen dikkat çekecektir. Yuvarlak formlu klasik bir kanepenin yanında kullanacağınız keskin hatlı modern bir mobilya ortamın feminen çizgisini dengeler. Eklektik stilde uyumlu olabilmek için farklı tarzları aynı potada eritebilmek çok önemli. Renk seçimlerinizde naturel tonlardan yola çıkarak döşeme, duvar ve zemin için renk seçebilirsiniz. Krem, gri, siyah, kahve ve bej ile beyaz ve fildişi tonları stilde en dikkat çeken renkler. Ancak pembe ya da yeşil gibi parlak renkli aksesuarlarla kontrast yaratabilirsiniz.
Modern eklektik stilini uygularken bazen vintage, bazen country, kimi zamanda fazla rüküş olabilirsiniz. Bunun için dikkat etmeniz gereken dört detay:
Modern mobilyaların arasına antik çerçeve ve aynalar, melek bibloları gibi değerli aksesuarlar serpiştirin.
Aksesuar seçimlerinde de kontrast yaratabilirsiniz. Çok modern bir figürü klasik bir abajurla bütünleyin.
Geleneksel ve modern parçaları bir arada kullanın.
Keten ve koton gibi ham dokuları ipek, kadife, saten gibi naif kumaşlarla kombinleyin.  Eskitme bir orta sehpayı oldukça modern cam yan sehpalarla tamamlayın.


Dekonstrüktivizm‎ 
Dekonstrüktivizm ya da yapısal analiz, 1980'lerin sonlarında ortaya çıkan postmodern mimari akımı. Yapıyı oluşturan mimari unsurların bütünlüğünün parçalanması, yüzeylerle yapılan oyunlar, dış cephe gibi mimari unsurların dik açılı olmayan köşelerle yamultulması ve kaydırılması gibi yöntemlere dayanır. Dekonstrüktivist tarza sahip binalar bakanlara belirsizlik ve kargaşa hissi verir.
Dekonstrüktivist mimarlar başlangıçta Fransız filozof Jacques Derrida'nın fikirlerinden etkilendiler. Her ne kadar Peter Eisenman ile Jacques Derrida birbirlerine oldukça yakın olsalar da Eisenman'ın mimariye yaklaşımı, tanışmalarından ve dekonstrüktivist olmasından çok önce gelişti. Peter Eisenman'a göre dekonstrüktivizm, radikal şekilciliğe ilgisinin bir uzantısı olarak ele alınmalıdır. Dekonstrüktivizmin bazı uygulayıcıları, konstrüktivizmingeometrik dengesizlikleri ve biçimsel deneylerinden de etkilenmişlerdir.
Dekonstrüktivizm hareketinin tarihinin erken dönemlerinde olan ve de gelişimini etkilemiş önemli üç olay vardır. Bunlardan ilki, 1982 yılına ait Parc de la Villette  mimari tasarım yarışmasıdır. Özellikle Jacques Derrida ve Peter Eisenman'in tasarımları ile Bernard Tschumi'nin ödül alan tasarımı, dekonstrüktivizm akımına önemli etkileri olmuştur. İkinci önemli olay olan Modern Sanatlar Müzesi'nin; 1988'de, Philip Johnson ve Mark Wigley tarafından düzenlediği New York Dekonstrüktivist Mimarlığı sergisi hem bu akımın tanınması hem de bu akımla özdeşleşdirilecek mimarların ortaya çıkması bağlamında dönüm noktası olan etkinliklerden birisidir. Modern Sanatlar Müzesi'nin New York sergisi; Frank GehryDaniel LibeskindRem KoolhaasPeter EisenmanZaha HadidCoop Himmelb(l)au ve Bernard Tschumi tarafından yapılan çalışmaları sergilemiştir. Bu sergiden sonra dekonstrüktivizim akımı ile özdeşleştirilmiş birçok mimar bu kavrama  mesafe koymuştur. Fakat bu terim genel olarak kabul görmüş ve bugünün mimarisinde yaygın kullanılan bir akım olarak kendine yer bulmuştur. Bu akıma önemli katkısı olmuş üçüncü olay da  ABD'nin  Ohio  eyaletindeki  Columbus şehrinde yer alan Peter Eisenman tarafından tasarlanmış Wexner Sanat Merkezi'nin, 1989 yılında tamamlanıp hizmete sunulmasıdır.
Dekonstrüktivizm  akımında modernizm-postmodernizm karşılıklı etkileşimi;  dışavurumculukkübizmminimalizm veçağdaş sanat gibi diğer 20. yüzyıl hareketlerine de referans olmuştur. Dekonstrüktivizmin uygulamacılarının "biçim işlevi takip eder", "biçimin saflığı" ve "malzemelere dürüstlük" gibi prensipleri daraltıcı modernizm "kuralları" olarak görür ve mimariyi bu kavramlardan uzaklaşmayı amaçlar.

Ekspresyonist mimarlık‎ 
Ekspresyonist mimarlık veya Dışavurumcu Mimarlık, modern mimarlık  akımlarından   biridir. Almanya’da I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan  Ekspresyonist  mimarlık, 1930’a kadar varlığını sürdürmüştür. Çok kesin ve çizgileri belirlenmiş bir üsluba sahip değildir. Ekspresyonist mimarlık, genelde tarihten biçim aktarmaları yapmayı yadsımış olmasına rağmen ortaya çıkan bazı ürünlerde geçmişi yorumlama çabası görülmektedir. Yine de  Ekspresyonistlerin  ana özelliği hiçbir biçimsel ön yargı taşımamaları ve daima yaratma sorunsalını ön plana çıkarmalarıdır.
P. Behrens, ilk Ekspresyonist mimar olarak bilinmektedir. Onun 1908–13 yılları arasında Berlin’de AEG firması için yaptığı yapılar akımın başlangıç ürünleri sayılırlar.  Daha sonraları H. Poelzig ve E. Mendelsohn gibi mimarlar da Ekspresyonizme   yönelirler. Berlin yakınlarındaki Postdam’daki Einstein Kulesi (1920) Ekspresyonizmin klasik yapıtı sayılır.
1920’li yıllarda Hollanda’da Ekspresyonist doğrultusunda ürünler belirmeye başlandı. En önemli sanatçı M. de Klerk’tir.
1910-1930 arasında özellikle Almanya’da etkisini göstermiştir. İşlevselliği ifadeci formla birleştirme; ifadeci form için bireysel ve duygusal tasarım; alışılmamış form ve yeni malzemelerin kullanımı Dışavurumcu mimarinin özellikleridir. 1880-1910 yıllarında yaygın olan Art Nouveau’da da dışavurumcu bir tavır vardı. 1910 yılından  sonra da Ekspresyonizm önemli olmaya devam etti. Ekspresyonist mimaride doksan derecelik açı kullanımı tercih edilmez.
Bruno Taut‘un 1914’de Köln‘deki  Cam Pavyon’u, Erich Mendelsohn‘un 1921′de bitirilmiş olan Potsdam‘daki Einstein Kulesi ve Hans Poelzig‘in Berlin‘deki Grosse Schauspielhaus tiyatrosunun iç dekorasyonu Ekspresyonist mimarlığın önemli örnekleridir. Bauhaus okulunun kurucusu Gropius da, Ekspresyonist mimarlığın erken döneminin temsilcilerinden biridir.Karaktere göre renk ile dışavurum farklılaşır.
Ekspresyonist sanatçı, ruhunu ortaya koymak için gerçeğin biçimini bozma yöntemini kullanıyor, deformasyon yapıyor.
Özel bir durumu yansıtan Ekspresyonist tablolar evrensel değildir.
Sivri keskin çizgiler, kırmızı ve tonları öfke; dairesel oluşumlar, mavi ve tonları sakinliği vurgular. (Bloğumuzda yayınlanmış Renkler dosyasına bakabilirsiniz.)
Ekspresyonizm ilk önce resim alanında doğmuş, sonra edebiyatta da etkili olmuştur.
Dışavurumcu ressamlar arasında Edvard Munch (1863-1944), Ernst Ludwig  Kirchner (1880-1938),  James Ensor (1860-1949) ve Oscar Kokoschka  (1886-1980)  sayılabilir.
1933 yılında Nazilerin Almanya’da başa geçmesinden beş yıl sonra Ekspresyonist sanat yok olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra etkisini yeniden göstermiştir. Savaşın stres yüklü duygulanımları Dışavurumculuğu yeniden doğuran faktör olmuştur.
Dışavurumculuk, Kübizm, Fütürizm, Minimalizm ile özdeşleşerek temel bir sanatsal  ifade olarak canlılığını sürdürür.

Fonksiyonalizm (mimarlık)‎ 
Fonksiyonalizm, mimarların binaları sadece amaçlarına göre tasarlamasını öngören bir prensip ve mimari akım. İlk aşamada oldukça net görünen bu tanım, modern mimarlık başta olmak üzere farklı mimarlık alanlarında kafa karışıklığına ve hararetli tartışmalara yol açmıştır.[kaynak belirtilmeli]
Fonksiyonalizmin ilk örneklerine Vitruvius'un üç koşulunda rastlanmaktadır. Vitruvius’a göre mimarlıkta üç klasik koşul gerçekleşmelidir. Bu kavramlar; kullanışlılık (Latince: utilitas), güzellik (Latince: venusta) ve sağlamlıktır (Latince: firmitas).
İşlevsellik çağdaş mimarinin dayandığı temel tasarım ilkelerinin en önemlilerinden olup Amerikalı mimar Louis Sullivan tarafından mimarlıkta kullanılan “biçim işlevi izler” sloganına dayanır. Gerçektende pratik işlevlere çözüm arayarak yola çıkan bir tasarımcı işlevsel yöntemle bir biçime ulaşır. Ve bu biçim yada form mimarlığın ana kriterlerinden ilki olan işlevselliği yerine getirir. Eğer bu biçim sağlam inşa edilmişse rüzgar, zelzele gibi güçlere dayanabiliyorsa işlevsel bir form yani bir bina yaratılmış demektir. Ancak bu yapının estetik değerlerinin büyüklüğü onun mimari değerlerinin de ölçütü olacaktır. Bu değer yüksek düzeydeyse mimarlıkta yüksek, orta ise mimarlıkta ortadır. Eğer bu değer olumsuz ise mimarlıkta olumsuzdur. Dolayısıyla ortada güzel olmayan mimarlıktan uzak bir yapı vardır.


Melike Sudenur Bektaş & Mustafa Kemal Bektaş
Melike Varakçılık
o.553.538 12 64    mkbektas.55@hotmail.com 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder