8 Mayıs 2018 Salı

TARİHLER 15-16 TEMMUZ 2106’YI GÖSTERİRKEN …… ŞU 15 TEMMUZ DEDİKLERİ NEYDİ? Tarihler 15-16 Temmuz 2016 yı gösterirken Türk tarihinin en alçak ihanet girişimlerinden birisi sahne oldu. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala bir çoğumuz olayın tam olarak ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmezken sadece Fetö efendinin avanesinin kalkışması olarak olay basite indirgendi. Bu darbe girişimi darbelere alışık olan Türk toplumunun hiç alışık olmadığı bir darbeydi. Darbeler sabaha karşı tankların paletlerinin gıcırdı sistemiyle başlardı. Siyasiler sabah ezanıyla birlikte toplanır hepsi bir yere hapsedilirdi. Bu darbede de akşam 20’ den sonra yapılmaya çalışıldı. Cumhurbaşkanının uçağı havalarda değiştirilen sivil uçuş kodlarıyla uçarken, kimi bakanlar Gürcistan sınırına yakın bölgelerde gezinirken, bu ülkenin Başbakanı da bir tünelde saatlerce saklanıyordu. Bu nasıl bir darbeydi. Meclis bombalanıyor, Polis Özel Harekatı bombalanıyor,

TARİHLER 15-16 TEMMUZ 2106’YI GÖSTERİRKEN …… ŞU 15 TEMMUZ DEDİKLERİ NEYDİ?

Tarihler 15-16 Temmuz 2016 yı gösterirken Türk tarihinin en alçak ihanet girişimlerinden birisi sahne oldu. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala bir çoğumuz olayın tam olarak ne olduğunu, nasıl olduğunu bilmezken sadece Fetö efendinin avanesinin kalkışması olarak olay basite indirgendi. Bu darbe girişimi darbelere alışık olan Türk toplumunun hiç alışık olmadığı bir darbeydi. Darbeler sabaha karşı tankların paletlerinin gıcırdı sistemiyle başlardı. Siyasiler sabah ezanıyla birlikte toplanır hepsi bir yere hapsedilirdi.  Bu darbede de  akşam 20’ den sonra yapılmaya çalışıldı. Cumhurbaşkanının uçağı havalarda  değiştirilen sivil uçuş kodlarıyla uçarken, kimi bakanlar Gürcistan sınırına yakın bölgelerde gezinirken, bu ülkenin Başbakanı da bir tünelde saatlerce saklanıyordu. Bu nasıl bir darbeydi. Meclis bombalanıyor, Polis Özel Harekatı bombalanıyor, Ankara İl Emniyet bombalanıyor, Külliyenin bahçesi bombalanıyor, halka helikopter ve uçaklardan bombalar atılıyor, uçakların alçak uçuşları ile binaların camları kırılıyor, Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet Komutanlıklarında ve Jandarma Genel Komutanlıklarında da garip şeyler oluyordu. Emir Subayları korudukları Komutanlarını derdest ediyordu. Anlaşılır gibi değildi. Cumhurbaşkanına karşı suikast girişiminde bulunulmuş, gece televizyonlar canlı yayın yapıyor, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar kanal kanal açıklamalar yapıyordu. Böyle bir darbe evlere şenlik ilk görülüyordu. Adını ne koyarsanız koyun ister adını kalkışma koyun, isterseniz adını darbe koyun demokrasimizde  nur topu gibi bir garabet oldu. Ağustosun sıcağında Genelkurmay Başkanı boğazlı kazakla geziyordu. Yüzlerce insanımız bu hengamede şehit oldu. Ben ve ailemde bu günlerimizi sizler gibi sokaklarda geçirdik.
Şanlı ordumuz ağır bir hakarete maruz kalmıştı. Devlet kurumları ağır bir tahribata uğramıştı. Daha önce, uydurma iddialarla devletin çok gizli savaş planlarının olduğu kozmik odaya girenler, Genelkurmay başkanını terör örgütü lideri diye mahkûm ettirenler, Ergenekon-Balyoz kumpaslarıyla zaafa uğrattıkları orduyu şimdi de içeriden parçalamaya kast etmekteydiler. Bu kalkışma, darbenin savuşturulması ile gurur gecesi mi, utanç gecesi miydi? neydi? O geceden sonra hafızalara damga vuran isim Ömer Halisdemir astsubaydı.
Aradan bir yıldan fazla zaman geçti. Yüz binlerce kamu görevlisi görevden alındı, atıldı. Binlercesi kamu görevinden men edildi. Daha sonrasında ortaya  bu kalkışanların salya sümük liderlerinin milyar dolarlarına yakın servetleri çıktı. El konuldu. Binlercesi hapse atıldı. En sonunda Cumhurbaşkanı at izi it izine karıştı dedi. Yüz binlerce insan işinden aşından olurken, binlercesi hapsedilirken birebir hoca efendi ve avenesiyle irtibat halinde kol kolayken, siyasi cenahtan hiçbir suçlunun çıkmaması, ceza almamaları bu kalkışmada cezalandırmanın toplumda adil olmadığı yönünde siyasi otoriteler görüş bildiriyordu.
Devletin gözetiminde ve kurumların teşvikiyle palazlanan ve devleti ele geçirmeye cüret edecek bir kapasiteye ulaşan bu yapının, meşru görüldüğü hatta kayırıldığı dönemlerde, şu veya bu sebeple okulları, dershaneleri, kuruluşları ve bankası ile ilişkisi olduğundan işinden-aşından edilen on binlerce insanın hepsinin darbeci-terör örgütünü tasvip ettiğini söylemek mümkün mü?
Artık bu hain darbe girişiminin üzerinden bir sene geçtiğine göre, şimdilerde de;
“Ben de oradaydım.”
Üzerimden uçak geçti.”
“Gece hiç uyumadık, sokakta yedik yemeğimizi.”
“Darbe geçse de eve girmedik, sokakta nöbet tuttuk." gibi "bir paye de bana" parlatılan varoşluklarından, hikâyelerinden sıyrılmamızın zamanının geçtiğini bilmemiz gerek, önemli adımlar atmak gerek. Mesela neler?
·         Evvela bir daha hain yetiştirmeyecek bir milli eğitim tesis etmek gerek.
·         Devlet ile tarikat ve cemaatlerin arasında vatandaşlık/devlet denkleminden öte hiçbir bağ kurmamak gerek.
·         Devlet kademelerinde sipariş ilanlar, "bilmem ne başkanının çocuğu" kontenjanı gibi liyakat dışı yerleştirmelerden uzak durmak gerek.
·         Ben değil biz dili kullanmak gerek.

Buraya bir parantez açalım. 15 Temmuz söylem ve fiil itibariyle ne yazık ki, sanki belli bir dünya görüşünün “himayesine” giriyor. “Biz önledik” cümlesindeki “biz” pek de öyle kucaklayıcı, bütün Türk vatandaşlarını ve herkesi kapsayan bir dil olmaktan öte “sen, ben, bizim oğlan” işine gidiyor. Meydanlarda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kullanılan miting şarkıları çalınıyor. Adı sanı olmayan “bu millet” esasında belli bir seçmen kitlesini işaret etmek için kullanılıyor. Üzücü ve düşündürücü olan bu tavır ileride 15 Temmuz’un hakiki hüviyetinin, ehemmiyetinin önüne geçip, bir siyasi parti yahut siyasi fikir ile eşdeğer görülür hale gelmesine sebep olabilir ki durum şu anlarda o yöne doğru gidiyor. 15 Temmuz hükümetten, siyasi partilerden yukarı çekilmezse, ileride verilen bunca şehidi kimse anlatamaz.
Yine şehitler arasında bir ayrım yapılıyormuş izlenimi yaratan cins cins açıklamalar da ayrışmanın fitillerini ateşliyor. Bilmem kimin haberi var? Gencecik bir öğretmen şehirlerarası bir yolda PKK tarafından kaçırılıp, şehit edildi. Bu önemli ve üzerinde kafa yorulması gereken hadise.  Şehitler arasında “öncelikli” olur mu? Cevabı gönüllerde ve vicdanlarda bulunmalı…
Hamasetle, sala ile sorunlar bitmez. Gelecek yirmi yılı şekillendirecek planlar, projeler ortaya koymak, devlet aklını yeniden devletin yegâne yapı taşı olarak kullanmak gerek. Bunlar “bir daha” ile başlayan cümleler dahi kurmamamız için elzem meseleler. Artık romantizmden gerçekler boyutlara geçmeliyiz. Bu kalkışmanın kodunu tek tek araştırmalıyız. Kalkışmanın henüz birinci haftasını bulmadan yüz binleri bulan şahısların tespit edilip işten alınması, atılması, binlercesinin hapse atılması bir anda nasıl tespit edilmişti? Madem biliniyordu ne diye zamanında müdahale edilmedi. Bu soruların cevapları bulunmadığı sürece bu kalkışma kambur olarak zamanı geldiğinde hesap sorulmak üzere hükümetin üzerine patlayacağı gerçeği unutulmamalıdır.
15 Temmuz darbesini yapanların çoğu suçüstü yakalandı. Haklarında iddianameler hazırlandı. Ondan sonra ülke çapında Fetöcüler hakkında tahkikatlar başladı. KHK’ler ile birçok kimse Fetöcü olduğu gerekçesiyle açığa alındı bir kısmı da mahkemelerce tutuklandı. Fakat bugün gelinen noktada tutuklamaların bir kısmının isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Çocuğunu cemaatin dershanesi göndermiş, okulunda okutmuş, Bank Asya’ya para yatırmış vs. türünden suçlamalarla birçok kişinin mağdur edildiği anlaşılmaktadır. Bu Bank Asya durup dururken mi kurulmuştu Devletin üst kademelerince kurdele kesilerek kurulan bir bankaya para yatırdı diye vatandaşı suçlamak toplumda bir çoğuna göre saçmalık olarak görülmektedir. Bu arada asılsız ihbarlara da itibar edildiği bilinmektedir. Yargıda tutuklu için ihbarlara itibar etmek tabi ki bir tedbirdir. Ama şu anda bir cezalandırma yöntemi olarak uygulanmaktadır. Devletin en üstü kademelerine atanan, Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Orgeneral seviyesine kadar Fetönün aveneleri nasıl rütbe almıştı? Kalkışanların tamamına yakınının hangi yıllarda ki askeri şuralarda general rütbeleri aldıkları incelenmeyecek miydi? Hakikaten at izi it izine karışmış durumda.
Bütün bunlar Türkiye’de hukuka zarar vermekte ve toplumdaki adalet duygusunu zedelemektedir. Basından izlendiği kadarıyla açıklanan iddianamelerin bazıları hukuki dayanaktan mahrum görünmektedir. Sonuçta insan, Fetö ile mücadelenin yanlış bir mecrada sürdüğü duygusuna kapılmaktadır. Haklıyı haksızdan ayırt etmesinin beklendiği malum komisyon bir türlü faaliyete geçmemektedir. Mahkemelerin bir kısmı Bylock’u bir suç delili kabul etmekte, diğeri bunu yeterli delil saymamaktadır. Bu durumda Bylock kullanmayan birçok tutuklunun neden serbest bırakılmadığı bir muamma haline gelmektedir. Velhasıl siyasi otoritelerin ve toplumsal vicdanın kanaati Fetö ile mücadele çeşitli sebeplerle sulandırılacak gibi görünmektedir.
Ne kadar çok kişiyi cezalandırırsak Fetö ile o kadar iyi mücadele ederiz mantığı isabetli değildir. Hukuk içerisinde kalarak hareket etmek lazım gelmektedir. Demokrasiyi taçlandıran iyi işleyen bir hukuk nizamıdır. Bu konudaki özensizlik ve dikkatsizlik ülkeyi büyük sıkıntılara sokabilir ki iktidar partisini de zamanı geldiğinde sokabileceği de aşikardır. İktidar kandırıldığını beyan etse de bu sorun iktidarın ileride başını çok ağrıtacağa benziyor. Bir an önce magazinsel bölümden uzaklaşılarak köklü ve ezici tedbirler alınmadıkça bu yılanın başı tam ezilmedikçe tehlikenin geçtiği rahatlığını yaşamamalıyız. Hükümetimiz tehlikeli bu yılanın başını, kıçını, kuyruğunu mutlaka ezip yok etmelidir. Aksi takdirde bu yılan hükümetimizin de ayağına dolanacaktır. Şahsım adına direk şu ya da bu diye kimseyi suçlamak gibi bir anlayışım olmamakla birlikte bu kalkışmanın kodlarını çözmek, gerektiğinde bu ülkenin bekası açısından en büyük görev hükümetimize iş düşmekte olduğunu belirtmek istiyorum. Cemaat mensubu olanların büyük çoğunluğu basına yansıyan ifadelerinden yaptıklarından asla pişman olmadıkları gerçeğidir. Ordu, polis ve yargıda tek bir cemaatçi bile kalmamalıdır. Çünkü bu örgüt üyeleri devlete ve hükümete karşı şu anda büyük bir öfke içerisindedirler. Bu sebeple her türlü ihaneti ve provakasyonu yapabilirler. Bundan sonra onlar cemaat liderinin mesajlarına sıkı sıkı sarılacaklar, kemikleşecekler ve devlet düşmanı birer militan haline geleceklerdir.
Doğrudan 15 Temmuz darbesine karışmamış cemaatçiler hakkında açılan davaların çoğu da fos çıkacak görünmektedir. Bunlar delil yetersizliği sebebiyle bir süre sonra serbest kalacaklardır. Zira birçok kimseye sadece Bank Asya’ya para yatırması, gazete ve dergi abonesi olması, çocuğunu cemaat okullarında ve dershanelerinde okutması gibi tali dereceden delillere dayandırılarak örgüt mensubu olmak veya yardım ve yataklık etmek suçundan verilecek cezalar zaman içerisinde üst mahkemeler tarafından bozulacaktır.
15 Temmuz 2016! Kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına ve bekasına karşı içerden ve dışarıdan yapılmış en büyük saldırılardan birisinin yaşandığı geceydi. Saldırı pek şiddetliydi, bu şiddetine uyar şekilde de kan dökülmesine sebep oldu. Peki bu inanılmaz kalkışma sadece bir darbe teşebbüsü müydü, yoksa tarih yazanların uzun soluklu planları gereği bölgesel coğrafya yeniden mi şekillendirilecekti?
Olayı Türkiye’nin alışık olduğu darbeli iktidar mücadelelerinden birisi olarak değerlendirmemek gerekir. Yapılması gereken “15 Temmuz’un ötesinde nelerin olması planlanmıştı, 15 Temmuz’da darbeciler-kalkışmacılar başarılı olsaydı Türkiye’yi ve bölgesel coğrafyayı neler bekliyordu” yu duygu ve politik beklentilerden uzak, sakince irdelemek gerekmektedir. İktidarı, muhalefeti kimse bu 15 Temmuz kalkışmasını önleme adına kendilerine bir pay çıkarmasın. !5 Temmuzu bizzat bu halk kararlı olarak sokaklarda canlarını hiçe sayanlar önlemiştir.
Ne yazık ki mevcut siyasi irade bu anlayışı yakalayamıyor ve hala olayı bir iktidar devirme- iktidar kapma mücadelesi olarak algılıyor. Böyle algılamasa, samimiyetle ve ısrarla ABD’den Fetullah Gülen’i ister, Batı ülkeleriyle “bu hainleri niye saklıyorsunuz” polemiklerine girer mi?
Bilenler bilirler, Fetullah Gülen hareketi, 1970li yıllarda gelişmeye başladı. Başlangıçta öğrenci yurtları, öğrenci evleri, basın unsurları şeklinde örgütlendi, ardından ticari kuruluşlar ve okullar geldi. 1980 darbesini pek yara almadan atlatan teşkilat (cemaat), 1980 sonrası okullar, dış ülke açılımları, özel üniversiteler ve büyük şirketlere dönüşmeye başladı. Kısa sürede Başbakanlık müsteşarlığı, YÖK gibi kritik birimler ele geçirildi ve cemaat mensupları hızla bürokrasiye, askeriyeye, üniversiteye dahil oldular. Lider, sağlık sorunlarını bahane ederek ABD’ye taşındı, merkez orada kuruldu, hareketin güvenliği de garantiye alınmış olundu.
Türkiye’nin son yıllardaki hakim siyasi iradesi iş başına gelince, başlangıçta kurulan güçlü ilişkiler ile cemaat mensupları giderek Türkiye’yi bir ağ gibi sardı. Artık hiç kimse ve hiçbir mevkii bu teşkilata “hayır” diyemiyordu; teknik, bürokratik, idari, askeri ve eğitsel bütün atamalar, atama-yükseltme jürileri teşkilatın istediği şekilde oluşturuluyordu. Teşkilatın düzenlediği gecelerde, o bölgedeki bütün protokol  boy gösteriyor, cemaatle arasını iyi tutmaya çalışıyor, cemaatin il imamları illerin en güçlü iradesi haline geliyordu.
Siyasi iradenin yakınları-içten taraftarları ise seyri şaşkınlıkla izliyor, hayli kıskanıyor, biraz biraz da itiraz sesleri yükseltiyorlardı. Türkiye’nin sıradan halkı da hayretler içindeydi; sermayenin – burjuvazinin en güçlü temsilcileri cemaat lideri önünde diz vurup, el öpüyor, ihale bahşişlerini alıyorlardı.
Kısacası 2010lu yıllarda Türkiye’nin bütün kaleleri ve mevzileri neredeyse bu melun teşkilat tarafından ele geçirilmişti.
Türkiye’de, aynı zamanlarda başka şeylerde oluyordu. Bölücülük gittikçe güçlenirken, memleket evlatlarının birkaç kez yok etme noktasına getirdikleri PKK, bir şekilde tekrar diriltiliyor, bölücü Kürtler adeta dokunulmazlığa doğru ilerliyorlardı. Yakın coğrafyada da paralel nitelikli olaylar oluyordu ve bunlar belli bir istikamete doğru gelişiyordu: Kuzey Irak’ta gittikçe kurumsallaşan bağımsız Kürdistan, Kerkük bölgesinde PKK yerleşimi, Kuzey Suriye’de PKK-PYD askeri ve siyasi hakimiyeti… Onları koruyan ve destekleyen ABD ve Batılılar…
Ülkemizin içinde ve dışında, yeni dünya düzeni – yeni Orta Doğu/ Ön Asya için işler kıvamına geldiğinde, Türkiye’de birden 15 Temmuz kalkışması başlatıldı. Gazi Meclise, kendi asker ve polisine, kendi milletine acımasızca saldıran bir kalkışma… Kalkışmanın Fetöcüler tarafından yapıldığı açıktı. ABD’den ve Batıdan destek aldığı da.
Ancak, tarihi yazanların, her sonuca göre, amaçlarına ulaşacak şekilde hazırlanmış planları olur. 15 Temmuz kalkışması başarısız oldu; ama, başarısızlığa göre kurgulanmış beklentiler de hazırdı. Stratejistler, hain kalkışmanın, en azından Türkiye’nin en önemli gücü olan, 30 yıllık terör mücadelesini götürürken tecrübe ve sıkı eğitimi birleştirerek dünyanın en etkili ordularından olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin “Türkiye dışı müdahale gücünü büyük ölçüde zayıflattığı” kanaatindeler. Yani, yine ABD ve Batılıların istediği oldu. Türkiye’nin yakın çevresine müdahale etme gücü zayıflatıldı. Sonuçta, onların desteklediği kalkışma-darbe başarısız oldu, ama sonuçları, tesiri onlar için başarılı, onların istediği gibi oldu. Sadece, çizecekleri coğrafyanın hayata geçeceği tarih biraz değişti, ileriye uzadı.
ABD ve diğer Batılılar, kalkışma başarılı olursa, tarihte hiç olmadıkları ölçüde hakim olabildikleri bir Orta Doğu/Ön Asya düzeni oluşturabileceklerdi. Türkiye’de siyasi ve ekonomik düzeni ele geçiren Fetöcüler, Türk Devleti’ni Batılıların istedikleri kıvamda bir boyunduruğa alacaklardı. ABD mandasında-kontrollü- bir Türkiye… Irak ve Suriye’de Kürtler zaten tam kontrol altındaydı. Böylece Türkiye’nin güneyi ile, Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir Türkiye-Kürdistan konfederasyonu oluşturulacaktı. Aşağıda, Körfez’de Suudi Arabistan, Küveyt, BAE gibi, ABD tarafından bütün zenginliği ile tam kontrol edilen bir coğrafya vardı. Daha yukarıda, ortalarda İsrail ve uyumlu Mısır, yukarıda, kuzeyde ABD’ci Türkiye-Kürdistan konfederasyonu ile coğrafyanın yeni şekli, tüm Orta-Doğu ve Ön Asya’da ABD – Batı çemberi tamamlanmış olacaktı. Sadece idari, siyasi ve ekonomik yönden değildi  hakimiyet hayali. Böyle bir Orta-Doğu Ön Asya siyasi yapılanması, Batı medeniyeti için en büyük tehdit algısı, müslüman coğrafyanın yegane medeniyet şansı, “yeniden Türk medeniyeti tasavvuru” da ortadan kaldırılmış olunacaktı. Aklınıza sakın komplo teorileri gelmesin! Büyük devletler, günlük taktiklerle ilerlemezler, böylesi stratejiler yaparlar.
Çok şükür  ki ülkecek  hep beraber bu darbeyi bertaraf ettik, kalkışmayı ezdik.
İşte bu ve buna benzer sebepleri iyice inceleyip geleceğimize daha iyi yön vermemiz gerekmektedir. Geleceğimizin çiçekleri çocuklarımıza güzel bir miras bırakma adına İşi sulandırmadan hangi yara deşilecekse korkmadan deşilmeli nedenleri, niçinleri sorgulanmalı, önlem ve tedbirler kimlerin canını acıtacaksa korkmadan acilen alınmalıdır. Bir emekli vaiz emrinde nasıl 200 milyon hazır nakit paralara hükmeder. Bir emekli vaiz neden devletin tüm kademelerine, kadrolarına nüfuz etmek ister nedenlerini, niceliklerini iyi etüt etmek zorundayız. Çoluğundan çocuğuna, yaşlısından gencine kafalarda ki en ufak soruların kalmaması açısından en köklü tedbirleri ve temizliğin yapılmamasından korkulmamalıdır.
 Bu coğrafyada yaşayabilmenin tek şartı güçlü olmak zorunluluğudur.
Saygılarımla

Mustafa Kemal Bektaş


TEOG GİTTİ.. ÇEMBER SİSTEMİ GELDİ ! İYİ DE BU ÇEMBER SİSTEMİ NEDİR? HAKKINDA NE BİLİYORUZ? Teog’un kaldırılmasıyla yerine TEOG kadar sonucu, ne olacağı belirsizlerle beraberinde Çember sistemi sisteme kondu. MEB’in TEOG’u kaldırmaktaki amaç ve hedefleri dışında, yeni getirilecek sistemin nasıl işleyeceğine dair belirsizlikler sürüyor. Kesin olan tek şey, yeni sınav sistemiyle beraber, öğrencilerin yoğun olarak, hatta kimi zaman da zorunlu biçimde imam hatip liselerine, özel liselere ve meslek liselerine yönlendirileceğidir. Bu yeni yerleştirme sisteminde 120 bin öğrenci sınavla öğrenci alan okullara yerleşecek. Ancak bu yeni sistemde asıl önemli olan mahalli yani adrese göre yerleştirme olacak. Çünkü yaklaşık 1 milyon öğrencinin liselere adrese göre yerleştirilmesi planlanıyor.

TEOG GİTTİ.. ÇEMBER SİSTEMİ GELDİ ! İYİ DE BU ÇEMBER SİSTEMİ NEDİR? HAKKINDA NE BİLİYORUZ?


Teog’un kaldırılmasıyla yerine TEOG kadar sonucu, ne olacağı belirsizlerle beraberinde Çember sistemi sisteme kondu. MEB’in TEOG’u kaldırmaktaki amaç ve hedefleri dışında, yeni getirilecek sistemin nasıl işleyeceğine dair belirsizlikler sürüyor. Kesin olan tek şey, yeni sınav sistemiyle beraber, öğrencilerin yoğun olarak, hatta kimi zaman da zorunlu biçimde imam hatip liselerine, özel liselere ve meslek liselerine yönlendirileceğidir. Bu yeni yerleştirme sisteminde 120 bin öğrenci sınavla öğrenci alan okullara yerleşecek. Ancak bu yeni sistemde asıl önemli olan mahalli yani adrese göre yerleştirme olacak. Çünkü yaklaşık 1 milyon öğrencinin liselere adrese göre yerleştirilmesi planlanıyor.
Adrese dayalı bu yerleştirmeyi yapabilmek için öncelikle eğitim bölgelerinin oluşturulması ve velilerin tercihi için de tüm okul türlerinin bu bölgelerin içinde yer alması gerekiyor. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) oluşturduğu eğitim bölgelerini nisan sonu ya da mayıs başında açıklamayı planlıyor.
Bugüne kadar bakanlık tarafından yapılan açıklamalar dikkate alındığında eğitim bölgelerinin içinde "çemberlerin" yer alacağı ve yerleştirmenin de bu çemberlere göre yapılacağı anlaşılıyor.
Yine açıklamaları dikkate aldığımızda çemberlerden şunu anlıyoruz:
Evinden giderek uzaklaşan bu 3 çember sisteminin toplamında öğrenciye sunulacak okul sayısı 9 olacak. Bunlar da 3 Anadolu, 3 Anadolu imam hatip ve 3 tane de Anadolu meslek lisesi.
3 çemberden oluşacağı anlaşılan eğitim bölgelerindeki her çember içinde bu üç farklı okul türünden birer tane lise yer alacak. Veli kendine sunulan 3 okul türünden 9 lise arasından 5 tanesini tercih edecek. Yerleştirme işlemi de öğrencinin tercihlerine göre ve kendisine en yakın çemberdeki okullar taranarak yapılacak. İlk çembere yerleşemeyen, ikinci, üçüncü çembere kadar tercihlerine göre yerleştirilecek.
Yerleştirme işleminde öğrencinin tercihi ve evine yakınlığı dikkate alınacak. Okul notları tıpkı sınavla öğrenci alacak okulların yerleştirmelerinde olduğu gibi dikkate alınmayacak. Eğitimci ve velilerin dile getirdiği "Eğer yerleştirmelerde sadece adres ve tercih söz konusu ise okuldaki derslerin önemi kalıyor mu?" sorusu da ayrı bir tartışma konusu.
Şu ana kadar kâğıt üzerinde açıklamaları yapılan ve mükemmel işleyeceği söylenen bu sistemde bilinmezler ve yanıtlanması gereken sorular var.
Öncelikle bazı ilçelerde bir okul türünden bırakın 3 taneyi bir tane bile bulunmuyor. Anadolu lisesi olmayan ilçeler var. Bu durumda eğitim bölgelerinin içinde yer alan bazı okul türlerinde değişiklikler mi olacak? Örneğin meslek ya da imam hatip liselerinden bazıları Anadolu lisesine mi dönüşecek?
Bir de 5 tercih ile ilgili soru işareti var. Bakanlık adrese dayalı yerleştirmede 5 tercihin zorunlu olacağını söylüyor. Peki ben çocuğumu sadece bir okul türüne yollamak istiyorsam ve bu okul türünden de "çemberimde" sadece 3 tane lise olacağına göre 3 tercih yaparsam tercihim geçersiz mi olacak?
Çocuğumu yollamak istemediğim okul türlerini de zorunlu yazmak zorunda mıyım?
Eğer 5 tercihte zorunlu tutulacaksam "Hiç kimse istemediği okula gitmeyecek" sözü gerçeği ne kadar ve nasıl yansıtıyor?
Bir de pansiyonlu okullar seçeneği görünüyor. İstemediği okul türlerine çocuklarını göndermek istemeyen aileler 5 tane de pansiyonlu okul tercihi yapacak. Yani evinizin yakınında istediğiniz okul türü bulunmadığı için çocuğunuzu kilometrelerce uzakta bir okula ya da başka bir şehre göndermeye de hazır olmanız mı gerekiyor?
TEOG yerine maalesef yeni sistem yeni bir merkezi sınav sistemi getiriyor. 2017-2018 öğretim yılında kamu okullarının ve özel okulların 8. sınıfında bulunan yaklaşık bir milyon iki yüz bin öğrenci var. Bu öğrencilerin %10’u, yani 120 bin öğrenci, Milli Eğitim Bakanı tarafından “nitelikli okul” olarak tarif edilen 600 liseye merkezi sınavla yerleşecek. Sınavdan yüksek puan alan öğrenciler, bu okullarda okuyabilmek için il değiştirmek zorunda kalacak ya da ekonomik koşulları el vermediği için bu okullara gidemeyecek.
Bakan Yılmaz, sınavla öğrenci alacak liselerin Mayıs ayında açıklanacağını belirtti. Bu liselerin hangi kriterlere göre seçileceği ise hala belirsizliğini koruyor. Sanılan aksine, bu liseler sadece fen liseleri ya da akademik başarısı yüksek liselerden oluşmayacak. Yetkililer tarafından söylenen tek şey, bu okulların “fen lisesi, sosyal bilimler lisesi ve proje okulları” olacağı. Ancak, bu okulların hükümetimizin siyasi tasarrufuyla belirleneceği ve çok sayıda imam hatip lisesine “proje okulu” statüsü verildiği, verileceği dikkate alınırsa, sınavla öğrenci alacak 600 lisenin neredeyse yarısının imam hatip lisesi olacağı da söylenebilir. Böylelikle Türkiye’nin en “başarılı” öğrencileri imam hatip liselerine yönlendirilerek imam hatiplerin kötü olan başarı grafiği (üniversiteye girişlerde %18) iyileştirilmek isteniyor. Burada İmam Hatiplere girmeye teşvik edenlerin neden çocuklarını İmam hatiplere göndermediklerini,okutmadıklarını,  özel okullarda ya da yurt dışında okuttuklarını sorgulamamız gerekmez mi? Yoksa İmam Hatiplere karşı olmak gibi bir durum söz konusu değildir.
2017-2018 öğretim yılında kamu okullarının ve özel okulların 8. sınıfında bulunan yaklaşık bir milyon iki yüz bin öğrencinin %10’u, yani 120 bin öğrenci, merkezi sınavla öğrenci alacak olan ve Milli Eğitim Bakanı tarafından “nitelikli” olarak tarif edilen liselere sınavla yerleşecek. Geriye kalan yaklaşık 1 milyon sınavda yüksek puan alamayan öğrenci ise “çember sistemi” olarak tarif edilen sistemle öğrenim hayatına devam edecekler.
Öğrencinin adresi esas alınarak üç çember (eğitim bölgesi) belirlenecek. Her çemberde üç okul türünden (Anadolu lisesi, meslek lisesi, imam hatip lisesi) birer tane bulunacak. Her öğrenci adresine göre belirlenmiş olan üç çemberdeki toplam 9 okuldan (3 Anadolu lisesi, 3 meslek lisesi, 3 imam hatip lisesi) 5 tanesini mutlaka seçecek. Çünkü 5 tercihten az ya da fazla tercih yapılamayacak. Örneğin öğrencinin 3 tane Anadolu lisesi tercih edip başka tercih yapmama olasılığı yok. Dolayısıyla öğrenci zorunlu olarak 4. ve 5. tercihlerine ya imam hatip lisesi ya da meslek lisesi yazmak durumunda kalacak. Bundan dolayı da “öğrenciler istemedikleri okula yerleşmeyecek” yaklaşımı geçerliliğini yitirecektir.
Aslında çember sisteminin mantığı, tek bir çember içerisinde 9 lise olmuş olsaydı, MEB’in okul türlerine göre yönlendirme amacı etkisini yitirirdi.  Şöyle ki, MEB’in bu sistemi ileri sürmesindeki temel amacı, özellikle yoksul ailelerin çocuklarına, “evine en yakın liseye gidebilirsin” mantığıdır.  Bu mantık ile velilerde özellikle servis ücreti vb. maddi külfetten kurtulma (!) fırsatı algısı yaratılmak isteniyor. Dolayısıyla “evine en yakın” Anadolu lisesine yerleşemeyen öğrenciye, zorunlu olarak “evine en yakın” meslek lisesi ve imam hatip lisesi işaret ediliyor. Aksi halde, tüm liseler tek bir havuzda toplandığında söz konusu okulların kontenjanlarının dahi dolmama ihtimali karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca 16 Eylül 2017 tarihinde Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişikle imam hatip liseleri hariç tüm proje okullarının öğrenci kontenjanları 5 şube (sınıf) ile sınırlandırıldı. İmam hatipler ise bu sınırlamalardan muaf tutuldu. Dolayısıyla öğrencilerin büyük bir bölümü kontenjan ve sınıf açma serbestliği nedeniyle imam hatip liselerine gitmeye teşvik edilecek, yönlendirilecek ve imam hatip liseleri cazip kılınacaktır.
Özetle daha işletilmeden çember sistemini ile ortada sadece kocaman bir belirsizlik kalmıştır. Üstelik yerleştirmenin tercih sırasına göre mi, yoksa adrese dayalı çemberlerin kontenjanlarının doldurulması esasına göre mi yapılacağı da bilinmemekte. Örneğin sistemde birinci çemberde bulunan okulların kontenjanları dolmadan ikinci çembere yerleştirme başlayacak mı, yoksa tercih sırasına göre okulların kontenjanlarının doluluk oranına göre mi diğer okullara yerleştirme yapılacağı da hala belli değil.
Eğitim uzmanları adrese dayalı çember sistemi, öncelikle öğrencilerin seçme hakkını kısıtladığı yönünde görüş bildirmekteler. Yani, öğrencileri sadece oturduğu mahalle ya da eğitim bölgesine hapsetmenin aracı haline geliyor. Hâlbuki semtlerin ekonomik, kültürel ve sınıfsal farklılıkları, dolayısıyla toplumsal eşitsizlikler okullara da kaçınılmaz olarak yansıyacakdır. Okulların teknolojik donanımlarından, öğrencilere sunulan olanaklara, velilerin okul yaşantısına katkısına kadar pek çok alanda bu farklılıkları ve eşitsizlikleri görmek mümkündür. Sanki tüm okullar eşit ve aynı olanaklara sahipmiş gibi bir ön kabul ile öğrencileri kendi bölgelerinde/mahallelerinde bulunan okullara gitmeye zorlamak, sınıfsal eşitsizliklerin devamı ve öğrencilerin ait olduğu toplumsal sınıfa göre eğitim almaya zorlanması anlamına gelecektir.
MEB, alt sınıfların, yoksulların çocuklarına bir yönde “otur oturduğun yerde” demektedir. Dolayısıyla çemberler bir nevi sınıfsal, kültürel ve sosyolojik duvarlar olarak karşımıza çıkacaktır. Çocuğunu bu duvarlardan kurtarabilmek için ekonomik koşulları el veren veliler ise harcamalarından kısarak çocuğunu özel okula gönderebilmenin peşine düşecektir. Öğrencinin ilk beş tercihine yerleşememesi durumunda ise pansiyonu bulunan okullardan 5 tercih hakkı daha tanınacağı ifade edilmektedir. Ancak pansiyonlu liselerin büyük bölümü yine imam hatip liselerinden oluşmaktadır.  Diğer bir ifadeyle tercihlerine yerleşemeyen veya bulunduğu yerleşim yerinde gidebileceği okul bulunmayan öğrencilere gösterilen adres ‘pansiyonlu imam hatip okulları’ olmaktadır.
Özel okulların kontenjanlarının belli olmaması ve TEOG sonrasının kaosa dönüşmesinden dolayı bu konu belirsizliğini koruyor. Bilinen tek şey, MEB’in özel liselerin sayısını artırmak için öğrenci başına 7 bin liraya varan teşvikler vermesi ve bu liselerin sayısını artırmasıdır. Öğrencilerin özel okullara öncelik vermesi için de özel okul tercih ve yerleştirmelerinin devlet okullarının tercih ve yerleştirmelerinden 15 gün önce başlayıp bitecek olması da bu okullara öğrencilerin yönlendirilmek istendiği şeklinde yorumlanmaktadır
 ‘Her öğrencinin istediği okula gitmesi’ en doğal hakkı olmalıdır. Her öğrencinin istediği okulda ve sınavsız eğitim alması, savunulması gereken en temel yaklaşım olmalıdır.  Her öğrencinin kendi ilgi ve becerisi doğrultusunda hangi alanda okuyacağını kendisinin belirleyeceği bir eğitim sistemi oluşturulmalı, bunu hedeflemeden atılacak her adımın, eğitimde yaşanan kaosu derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağı unutulmamalıdır.
Kısacası TEOG’un ardından yeni sistemde beraberinde sorunları getirdi. TEOG’un kaldırılmasını ilk kez Cumhurbaşkanımıza yazan ben olmama rağmen, şimdide yeni sistemle birlikte yine rahatsız olanlardan birisi yine benim. Artık eğitim sisteminde ki bu yaz boz haline getiren sistem değişikliklerine son verilmelidir düşünüyorum.
Saygılarımla

Mustafa Kemal Bektaş

KAYNAKLAR:
Pervin KAPLAN Liseye Geçişte Çember Sistemi Nedir?

EĞİTİMSEN 10 Soruda TEOG Yerine Getirilecek Olan ‘Çember Sistemi’ ve Giderilemeyen Belirsizlikler

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı Liselere Geçişte Yeni Sınav Sistemi
İtü Geliştirme Vakfı Okulları  Liseye Geçişte Yeni Sınav Sistemi

Eğitim Reformu Girişimi Didem Aksoy, Burcu Meltem Arık Liselere Geçişte Yeni Sistem

ÜLKEMİZİ BU EKONOMİK PROBLEMLERE BU SICAK PARA GETİRDİ? PEKİ AMA BU SICAK PARA İLE BİZ NEYİ ÇÖZDÜK? Evet Ülkemizi ekonomik problemlere bu sıcak para getirdi. Bu sıcak para neyin nesiydi. Gelin hep beraber bu sıcak para ile ülkemizin ilişkisine bakalım. Sıcak para nedir önce ona bakalım: A ülkesine ait yatırımcılar B ülkesine gidip fabrika, market, otel, maden ocağı v.s yapıp işletip her hangi bir kriz durumunda, savaş durumunda mallarını paraya hemen çevirip kaçamazlar. Hemen mallarını paraya çeviremez, döndüremezler. Bunun yerine A ülkesinin yatırımcıları B ülkesinin A tipi, B tipi fon, tahvil, hisse senedi v.s alırlarsa bir risk durumunda mallarını hemen paraya çevirip gidebilirler. İşte bu ülke içine giren yatırıma dönen bu paraların risk durumunda ülkeden dışarı çıkarılıp anında paraya dönüşmesine sıcak para diyoruz. Buna kısa süreli sermaye girişleri ya da portföye yatırımları da diyebiliriz.

ÜLKEMİZİ BU EKONOMİK PROBLEMLERE BU SICAK PARA GETİRDİ? PEKİ AMA BU SICAK PARA İLE BİZ NEYİ ÇÖZDÜK?


Evet Ülkemizi ekonomik problemlere bu sıcak para getirdi. Bu sıcak para neyin nesiydi. Gelin hep beraber bu sıcak para ile ülkemizin ilişkisine bakalım.
Sıcak para nedir önce ona bakalım:
A ülkesine ait yatırımcılar B ülkesine gidip fabrika, market, otel, maden ocağı v.s yapıp işletip her hangi bir kriz durumunda, savaş durumunda mallarını paraya hemen çevirip kaçamazlar. Hemen mallarını paraya çeviremez, döndüremezler. Bunun yerine A ülkesinin yatırımcıları B ülkesinin A tipi, B tipi fon, tahvil, hisse senedi v.s alırlarsa bir risk durumunda mallarını hemen paraya çevirip gidebilirler. İşte bu ülke içine giren yatırıma dönen bu paraların risk durumunda ülkeden dışarı çıkarılıp anında paraya dönüşmesine sıcak para diyoruz. Buna kısa süreli sermaye girişleri ya da portföye yatırımları da diyebiliriz.
Kısaca yurt dışındaki büyük yatırımcıların ülkeye soktuğu paraya denilmektedir. Bu büyük yatırımcılar, ülkeler olabileceği gibi kişilerde olabilir kurumlarda. Kendi ülkelerindeki faiz ve hisse senetlerinden daha fazla kazanmak için başka ülkelerdeki piyasaya sıcak para girişi yaparak kısa vadede büyük karlar elde etmek isterler. İthalat, ihracat her ülkede yapılan iç ve dış satıştır. Bunlar arasındaki dengenin sağlanamadığı ülkelerde yani gelişmekte olan ülkelerde bu sıcak para girişi piyasayı aniden etkilemekte, canlılık kazandırmakta ve bu sayede borsada yükselişler meydana gelmektedir. Borsada yatırım yapmak isteyenler genelde sıcak paranın girişini dört gözle beklemekteler ve giriş yaptığı zaman yatırım yapmaktadırlar. Bu yatırımlar hisse senedi olarak olsun yada faizle alakalı olsun kıymetli evrak alımı olarak nitelendirilmelidir.
Sıcak para çeşitli faktörlerden dolayı ülkeler arasında kısa süreli olarak yer değiştirir. Sıcak para giriş-çıkışlarını yurtiçi faiz oranı, güvenirlik, ekonomik ve siyasi istikrar, istikrarlı döviz kuru, enflasyon oranı gibi faktörler etkiler. Ekonomide çift haneli enflasyona, katiyen düşüş göstermeyen işsizlik oranlarına, rekorlar kırarak artan cari açığa bir de sıcak para çıkışı ve döviz kurunun tırmanışı eklendi. Merkez Bankası’nın 9 Mart’ta yayımladığı verilere göre son 1,5 ay içinde 1,2 milyar dolar döviz çıkışı yaşandı. Bu, ekonomisinin yegane beslenme kaynağının sıcak paraya bağlanması sonucunda TL’nin döviz kurları karşısında değerini yitirmesi sonucuna yol açtı. Ekonomi uzmanları, ABD Merkez Bankası’nın (FED) faiz artımına giderek sonucunda da Türkiye’deki döviz kuru tırmanışına ivme katacağını sürekli uyarmaktalar.  Merkez Bankası’nın da faiz artımına gidip gitmeyeceği tartışmaları sürekli Ülkemizin gündeminde.
Kısacası ülke olarak borçlanarak ve tüketerek büyüyoruz. Bu büyüme hormonlu büyümedir. Bu nedenle hem enflasyon hem de cari açık artıyor. Türkiye’de hükümet sıra dışı teşvik paketleri, vergi indirimleri, istihdam destekleri ile ekonomiyi ayakta tutmaya çalışıyor. Ama sokakta vatandaş yüzde 7,4’lük büyümeyi kendi bütçesinde hissetmiyor, tenceresinde göremiyor. Çünkü bu büyüme, adaletli bir gelir dağılımı ile topluma yansımıyor. Son dönemde Türk Lirası’ndaki (TL) erime de dikkat çekiyor. 15 Temmuz'dan bugüne TL'deki değer kaybı yüzde 35'i geçti. Analistler, önümüzdeki dönemde dolardaki yükselmenin devam edebileceğini belirtiliyor.
Ocak 2003-Ocak 2018 arasında tam 555 milyar 411 milyon dolar cari işlem açığımız oluşmuş. (Dış ticaret açığından turizm gibi hizmet gelirleri düşülünce kalan net açık)
Lakin yabancılar bize aynı dönemde 642 milyar 338 milyon dolar yollamışlar. Yani her yıl açığımızı yabancılar kapatmış.
Peki, biz 642 milyar doları alınca ne yapmışız ?
Fabrika mı yapmışız ?
Yatırım mı yapmışız ?
Ya da daha yüksek üretim mi yapmışız ?
Hayır..
İnşaat yapmışız !
Parayı ulufe gibi yoksullara dağıtmışız !
Devleti şişirdikçe şişirmişiz ! Nerede ise her yıl yeni vergi ve vergi artışı ile özel sektörün boğazına yapışmışız….  Ama sakın ha yanlış anlamayın. Rant kesimine vergi getirip-atıl sermayeyi cezalandırdığımızı sanmayın. Kim ki üretim yapmış, kim ki yatırım yapmış...Yolunacak kümesteki kaz misali üzerine atlamışız. Finans sistemine bir türlü temel çözüm üretmemişiz. Herkesi kredi-faiz bataklığına mahkum etmişiz. GSYH’nın yüzde 12’sinden yüzde 70’in üzerine çıkan kredi oranına rağmen üretim gücümüz  GSYH’nın yüzde 20’sinden yüzde 15’lerine gerilemiş. Maalesef gizli bir el ülkemizin üretim gücünü bitiriyor. Ama buna sesimiz çıkmıyor. Yabancının parası ile şişen ekonomimizi övüp duruyoruz.
Bir elimizle 3 kuruş veriyor gözükürken, diğer elle 30 kuruş alıyoruz. Merkez Bankası parasal sıkışıklık yapıyorum derken,  maliye politikası ile piyasaya para saçıyoruz.
Sonuç ortada:m50 milyar doların üzerinde cari açık...
Portföy yatırımları sıcak paranın sevdiği bir ortamdır. Dünyada çok hızlı hareket ettiği ve girdiği ekonomiyi ısıttığı için, sıcak para denilmiştir. Sıcak para dünyada ki ekonomik gelişmelere ve özellikle de ülke içinde faiz-kur makasına bağlı olarak girip çıkmaktadır. 
Bizler, sıcak para ve spekülatif sermaye, reel sektör ile finansal sektör arasındaki dengeyi bozduğu için sürdürülemez diye tahmin ediyorduk. Oysa ki artan bir tempoda sürüyor. 2009 krizi oldu ve fakat hızla toparlandı.
Türkiye'de, kırılganlık arttıkça sıcak para girişi de artıyor. Kurt karanlığı sever. Sıcak para da kırılgan ve spekülatif ortamı sever. Biz Türkiye olarak cari cari açığı sıcak para ile kapatıyoruz. On yıl önce portföy yatırımları 120,6 milyar dolar iken, bugün 172,3 milyar dolara çıktı.
Sıcak para ne zaman çıkacağı belli olmayan kısa vadeli dış borçtur. Manipülasyona ve spekülasyona açık olduğu için piyasa düzenini de bozmaktadır. Dünyada borsa hareketlerini üç-beş büyük uluslararası fon belirlemektedir. Sıcak para ekonomide daima kırılganlık yaratmaktadır. Maalesef dünyanın en kırılgan ülkesi olmamıza sıcak para neden olmuştur. Sıcak para aniden çıktığı için döviz dengelerini alt-üst ediyor... Ve yüksek kur dalgalanmalarına neden oluyor... Bu nedenle, Merkez Bankası yüksek miktarda döviz rezervi tutmak zorunda kalıyor... Döviz tutmanın da bir maliyeti bulunmaktadır. Merkez Bankası bu dövizlere faiz ödemektedir. Buna rağmen çok hızlı çıkışlarda panik yaşanıyor bu paniğe  rezervler de yetmiyor... Çünkü, çıkan yalnızca sıcak para olmuyor...
Siyasi iktidarlar sıcak para serabı içinde gerçekleri göremiyor. Gerçekte ise sıcak para ekonomide geçici rahatlık yaratır.
Çözüm için; birinci doğru, cari açığı önlemektir. İkinci doğru, bu açığı uzun vadeli yabancı yatırım sermayesi ile kapatmaktır. Bunları yapacak olan siyasi iktidarlar ve Hükümetlerdir. Ama her durumda siyasi istikrar gerekir. Sıcak parayı dizginleyemezseniz ne mi olur ?n Ne enflasyonu dizginleyebilirsiniz  ! Nede işsizliği önleyebilirsiniz! Ancak seçimlere 1 yıldan fazla süre varken soluğu seçim ekonomisinde alırsınız…. Tıpkı 24 Haziran’da seçime gideceğimiz, içinde bulunduğumuz seçim ekonomimiz gibi…

Saygılarımla

Mustafa Kemal Bektaş


KAYNAKLAR:
1.Dr. Mahfi EĞİLMEZ Erken Seçime Doğru
2.Özcan KADIOĞLU Dövizin Ateşi Neden Yükseliyor
3.Uğur GÜRSES Kur Hasarının Faturası Borç Öteleme
4.Dr. Mahfi EĞİLMEZ 2017 Büyümesinin Analizi
5.İbrahim KAHVECİ Uyguladığımız İktisadi Program Ne Kadar Sürdürülebilir
6.Prof.Dr. Nevzat SAYGILIOĞLU Türkiye ekonomide Dünyadan ayrışıyor mu?
7.İsmet ÖZKUL Ödemeler Dengesi 2018’de Erken Seçim Diyor
8.Uğur CİVELEK Faiz Tartışmalarının Arka Planı
9.Esfender KORKMAZ Sıcak Para Tuzağı

ÜLKEMİZDE İÇ VE DIŞ GELİR KAYNAKLARINDA SAVURGANLIK, BELEDİYELERİN DÜZENSİZ HARCAMALARI VE EKONOMİDE Kİ KARA DELİKLER Türkiye döviz kazanmayan, döviz kaybeden bir ülke olduğu için dış borç ödeme kapasitesi düşüktür. Dış borç stokunun millî gelire oranı yüzde 55'tir. Çok yüksek değil. Ancak önemli olan ödeme kapasitesidir. Dış borç da şekilsiz harcamalardan, özel sektörün borçlarından oluşmaktadır. Şekilsiz harcamalarda genelde başta belediyeler olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları, özel sektörün düzensiz ve israf kokan lüks tüketim maddelerine yönelmelerinden, düzensiz kaynak harcamalarından oluşmaktadır.

ÜLKEMİZDE İÇ VE DIŞ GELİR KAYNAKLARINDA SAVURGANLIK, BELEDİYELERİN DÜZENSİZ HARCAMALARI VE EKONOMİDE Kİ KARA DELİKLER  


Türkiye döviz kazanmayan, döviz kaybeden bir ülke olduğu için dış borç ödeme kapasitesi düşüktür. Dış borç stokunun millî gelire oranı yüzde 55'tir. Çok yüksek değil. Ancak önemli olan ödeme kapasitesidir. Dış borç da şekilsiz harcamalardan, özel sektörün borçlarından oluşmaktadır. Şekilsiz harcamalarda genelde başta belediyeler olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları, özel sektörün düzensiz ve israf kokan lüks tüketim maddelerine yönelmelerinden, düzensiz kaynak harcamalarından oluşmaktadır.

Türkiye, bundan sonra alınacak borçların dışında, mevcut dış borç profiline göre;
- 2017 yılında, 4 milyar 354 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 46 milyar 67 milyon dolar dış borç ödedi.
- 2018 yılında 9 milyar 438 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 64 milyar 787 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2019 yılında 9 milyar 395 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 51 milyar 36 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2020 yılında 8 milyar 241 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 39 milyar 622 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2021 yılında 7 milyar 18 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 37 milyar 778 milyon dolar dış borç ödeyecek.
- 2022 yılı ve sonrasında 46 milyar 144 milyon doları faiz olmak üzere, toplam 187 milyar 222 milyon dolar dış borç ödeyecek.

Böylece, mevcut borç profiline göre, yeni alacağı borçların dışında, Ülkemiz önümüzdeki dönemde, 84 milyar 591 milyon doları faiz olmak üzere ödeyeceği dış borçların toplamı 426 milyar 512 milyon doları buluyor. Yani ülkemiz şu anda borç sarmalında ve hızla bu borç sarmalından çıkmak zorunda. Aksi takdirde varlık fonuna devredilen tüm milli kuruluş ve yatırımlarımızı birer birer kaybedebiliriz.
Peki ülkenin bu hale gelmesinden sadece bu hükümet mi sorumlu. Hayır ülkemiz bu hale gelinceye kadar geçmiş dönemlerdeki hükümetlerimizden de kaynaklanan sorunlar var. Popilist politikalar ve dengesiz rastgele harcamalar ülkemizi bu hale getirdi. Bu harcamaların kara deliğe dönüşmesinde belediyelerin ve kamu kurum ve kuruluşlarının da büyük sorumluluğu var.
Kısa bir soru sormak isterim: Neden  harcamalarda hesap gören Sayıştay denetiminden uzak tutulmaya çalışılır? Sayıştayın görev alanı nedir? Sayıştay kamudaki genel bütçede ki harcamaların kanun, nizam dahilinde harcamalar usulüne uygun harcanmış mı? harcanmamış mı? denetlemektir. Peki hal böyle iken neden tüm harcamalar sayıştan denetiminden muaf tutulmak isteniyor? Şu Google’ye sadece “Belediyeler hakkında suçlamalar” yazın neler göreceksiniz. İşte bütçede ki bu kara deliklerin mimarlarından biriside belediyelerimiz ve kamu disiplininin bozulması,  düzensiz ve  popilist harcamaların yapılmasıdır..

5393 sayılı belediyeler kanununu açın bakalım Madde 14-  a maddesinde ne diyor:
a. İmar, su ve kanalizasyon, ulaşım gibi kentsel alt yapı; coğrafî ve kent bilgi sistemleri; çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; zabıta, itfaiye, acil yardım, kurtarma ve ambulans; şehir içi trafik; defin ve mezarlıklar; ağaçlandırma, park ve yeşil alanlar; konut; kültür ve sanat, turizm ve tanıtım, gençlik ve spor orta ve yüksek öğrenim öğrenci yurtları (Bu Kanunun 75 inci maddesinin son fıkrası, belediyeler, il özel idareleri, bağlı kuruluşları ve bunların üyesi oldukları birlikler ile ortağı oldukları Sayıştay denetimine tabi şirketler tarafından, orta ve yüksek öğrenim öğrenci yurtları ile Devlete ait her derecedeki okul binalarının yapım, bakım ve onarımı ile tefrişinde uygulanmaz.); sosyal hizmet ve yardım, nikâh, meslek ve beceri kazandırma; ekonomi ve ticaretin geliştirilmesi hizmetlerini yapar veya yaptırır.
Okudunuz Sayıştay denetiminde diyor kanun neden Sayıştay denetimi vermek istenmiyor? 
Yine b maddesinde de Hizmetlerin yerine getirilmesinde öncelik sırası, belediyenin malî durumu ve hizmetin ivediliği dikkate alınarak belirlenir. emretmektedir. Kanun işte bu kalkıp da borçlanın demiyor kanun?

Bu borç yükü nasıl oluştu ona bakalım:
a) Kurum ve kuruluşlarda, şirketlerde kötü yönetim düzeni.
b) Kurum, kuruluş ve şirketleri de saran lüks, israf, hastalığı.
c) Suriyeliler, dış göçler.
d) Vergi politikalarından kaynaklanan düzensizlikler,  muazzam tutarlardaki kayıt dışılık, vergi afları.
e) Sosyal Güvenlik sistemindeki açıklar.
f) Turizm gelirlerindeki düşüş. Sanayi, tarım, esnaf kesimi ve eğitim düzenindeki olumsuzluklar.
g) İthalatın artması, lükse harcanan dövizler,
h) Kayırmacılığa  yönelik teşvikler, krediler, sosyal yardımlar.
i) Aşırı faiz yükü.
J) Gümrük kaçakçılıkları.
k) Rüşvet, yolsuzluk, kayırmalar ile şaibeli ihale ve özelleştirmeler.
l) Aşırı savunma giderleri ve terörün azması.
m) Sağlık harcamalarındaki artma ve yolsuzluklar.
n) Teknolojik gerilik.
o) Ve en büyüğü de denetimsizlik.
ö) Tasarruf, yatırım ve üretimdeki aşırı düşüş.
p) Bankacılık ve sigorta şirketlerinin yabancıların eline geçmesi. ABD ve AB ülkelerinin aleyhimize uyguladığı senaryolar. Devamlı düşen kredi notumuz.
r) Tüketim çılgınlığı ve ithalata etkisi.
s) Politik tavizler, vergi ve SSK afları, su ve elektrik hırsızlıkları, yapılamayan tahsilâtlar.
ş) Ekonomiyi zorlayan yap işlet yatırımları, (Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim köprüleri, Avrasya Tüneli, 3. Hava Limanı vb.)
t) 55 adedinden 45’i zarar eden hava alanları ( Zafer, Bayburt, Kastamonu, Tokat vb.)
u) Yabancı sermaye ve sıcak para girişlerindeki büyük azalma.
Bunların beklide aklıma gelmeyenleri vardır.

Ülkemiz 1970 lerden beridir hatta  1960 lara ihtilallara, Marshall yardımına kadar ülkemiz bu kötü yönetim ve krizlerle tanışmaya başladı. Ülkemiz zor günlerden geçiyor. Jeopolitik gelişmeler güney ve doğu sınırlarımızda gerginlik katsayısını her geçen gün arttırıyor. Kuzey Irak referandumu ve Suriye’deki gelişmeler savunma harcamalarımızı da arttırdı. Bütün bu gelişmeler bütçe açığımızı zorluyor. Faiz dışı fazla oranı azalıyor, bütçe açığımız ise artıyor. Para politikasına oranla daha başarılı olduğumuz maliye politikasındaki avantajımızı yitirmeye başladık. Bu yüzden ülke olarak daha düzenli ve disiplinli harcamalar yapmak zorundayız.

Birde hangi ülkelere borcumuz var onu da gözlemleyelim:
Birleşik Krallık, 24.2 milyar dolarla en fazla borcumuz olan ülke durumunda.  Birleşik Krallık kapsamına İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda'nın girdiğini hatırlatalım. En fazla borç aldığımız ikinci ülke 21 milyar dolarla Almanya, üçüncü ülke ise 19.9 milyar dolarla ABD. dir. Yani yakayı bizim geleceğimizle oynayan ülkelere kaptırmışız anlayacağımız.

Aslında en çok borçlu olduğumuz kesimin milliyetini bilmediğimizi söylemek de yanlış olmaz. Çünkü yaklaşık 40 milyar dolar tahvil borcumuz var. Doğal olarak tahvillerimizi ellerinde bulunduranların hangi ülke vatandaşı olduğunu bilme şansına sahip değiliz.  Diğer taraftan sektörlere baktığımızda Toplam 210.9 milyar dolar olan borcun 110 milyar doları finansal kuruluşlara, 101 milyar doları da finansal olmayan kuruluşlara aittir. Finansal kuruluşlar arasında en borçlular tahmin edileceği gibi bankalar. Bankaların 92 milyar dolar borcu var. Diğer yandan sınai sektörler 41, hizmetler sektörü ise 59 milyar dolar borçlu durumda. 

Peki bir soru soralım: Bu özel sektör bu kadar dış borcu niye aldı, nerede kullandı? Merkez Bankası verilerine göre, yurtdışından sağlanan 210 milyar dolarlık borcun 100 milyar doları bankalara ait. Bankalar bu borcun 78 milyarını kredi, 22 milyarını tahvil ihracı yoluyla almışlar. Bankaların yurtdışından niye kredi aldıkları belli; bu kredi yurtiçinde TL olarak kullanılıyor, kullandırılıyor. Yurtiçinde mevduat yoluyla para toplamak, yurtdışından döviz kredisi almaya göre daha pahalı çünkü. Bankacılık dışı finansal kuruluşların borcunun toplamı da yaklaşık 19 milyar dolar. Yani, yurtdışından sağlanan borcun 119 milyar doları finansal kuruluşlara ait.  Finansal olmayan kuruluşların dış borcu da 91 milyar dolar düzeyinde. Bu tutarın 81 milyarı kredilerden oluşuyor.  Yine özel sektöre ait olan ve "finansal olmayan kuruluşların ticari kredileri" başlığında gösterilen 31 milyar dolarlık borç, ağırlıklı olarak ithalat borçlarından oluşuyor. Yani ithalat yapılmış, ancak ödemesi henüz gerçekleştirilmemiş ve bu borç, söz konusu kalemde yer alıyor. 
Uzun vadeli toplam borç 166 milyar ve bunun 78 milyarını finansal kesim kullanıyor. Bir kez daha vurgulamakta yarar var, finansal kesim de bu parayı yurtiçinde ağırlıklı olarak krediye dönüştürüyor. Kalan 88 milyar dolar ise finansal olmayan kesimlerin uzun vadeli borç stokunu gösteriyor. Dolayısıyla finansal olmayan kesimin 88 milyar dolarlık borcunun nereye gittiği, bu paranın hangi sektörlerde kullanıldığı önem taşıyor. Çünkü gerçek anlamda yatırıma giden para, bu 88 milyar dolar.  88 milyar doların 52 milyarı hizmetler sektöründe kullanılmış. Hizmetler sektörü kapsamında en çok kredi kullanılan alt sektörler ise 12.6 milyar dolarla ulaştırma ve depolama faaliyetleri, 7.5 milyar dolarla mesleki, bilimsel ve teknik faaliyetler, 6.8 milyar dolarla inşaat, 5.8 milyar dolarla bilgi ve iletişim, 5.3 milyar dolarla da gayrimenkul faaliyetleri. Aslında inşaat ve gayrimenkul faaliyetlerini bir arada düşünmek ve bu sektörler için toplam 12 milyar doların üstünde borç oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. İnşaat, yol, köprü derken, işte böylesine bir borç oluşmuş. 
Finansal olmayan kuruluşların 88 milyar dolarlık borcunda ikinci sırayı 35 milyar dolarla sınai sektörler alıyor. Sınai sektörlerde imalatın payı 23 milyar dolar. Bu kapsamda da gıda ve içecek 4.3 milyarla ilk sırada; ikinci ve üçüncü sırayı 3.4 milyarla ana metal sanayi ve 3.1 milyarla ulaşım araçları imalatı alıyor.  Elektrik ve gaz sektörü yatırımları için alınan borçta bakiye 9.9 milyar, madencilik yatırımları için alınan borçtaki bakiye ise 2.2 milyar dolar düzeyinde. 

Dış borç kendi içinde dörde ayrılmaktadır. Bunlar;
1-Devletlerarası dış borçlanmalar 2-Piyasadan tahvil ihracı karşılığında alınan borçlarv3-Yabancı bankalara borçlanma 4- Uluslararası kuruluşlardan alınan borçlar
Örneğin; IMF ve Avrupa Merkez Bankası‘na yapılan borçlar, dış borçlanmadır.

Peki Ülkemiz IMF‘ye 23.5 milyar dolar ödedi borcu kapattı. 57 milyar doların üzerinde özelleştirme yapıldı. Aynı dönemde Türkiye‘nin dış borcu 129 milyar dolardan 403 milyar dolara çıktı. Ülkemize  özelleştirme dahil 300 milyara yakın dış kaynak geldi. Şu anda Merkez Bankası‘nda 26 milyar dolar civarında net döviz rezervi var. Nereye gitti bu paralar? İşte can alıcı noktaya geldik konumuza döndük:
Belediyelerimizve tüm kamu kurum ve kuruluşlarımız, özel sektör bu kara deliklerin büyümesinden sorumlular. İktidarı,  muhalefeti tüm belediyelerimiz nasıl bir yapılaşma, nasıl bir anlayış  içerisindedir bu anlaşılır gibi değil. Yeşil alan diye projelendirilen yerlere bakın. Ağaçtan çok sosyal tesis, kafe, lokanta var. Yürüme yolları ve yapılaşmış alanların tamamına beton dökülmüş durumda. Yürüme yolları toprak ve abartılı, çiçek peyzajları yok. Kafe ve lokanta desen en fazla bir ya da iki tane bulursun. O da küçük çaplıdır.
Belediyelerin ellerindeki gelir kaynaklarını değerlendirirken insaf ölçüsünü kaçırmamaları, halkın ihtiyaçlarını öne çıkarmaları gerekmekte. Bugünün bir de yarını var. Bunu tüm partilerin belediyeleri için söylüyorum; birilerine para kazandırmak için har vurup harman savurduğunuz o paraların bedelini bu ülke ödüyor. Belediyeler eskisi gibi gelir kaynaklarından yoksun değil ama buna rağmen ihtiyaç dışında harcama yapmaması, tasarrufa önem vermesi gerekmekte. Aksi hâlde bedeli hepimiz ödüyoruz.
Ülkemizde faizlerin düşmesi için tasarruf oranının yükseltilmesi, bunun için de öncelikle kamudaki savurganlığın önlenmesinden başlanılmalıdır. Asıl tasarruf edilmesi gereken alanların tüm belediyelerin yıllardır gördüğümüz türden “kent çalışmaları” var.  Defalarca kaldırım yapıp bozmalar, kavşaklar, kötü yapıldığı için yıkılıp yıkılıp yeniden inşa edilen üst geçitler, bitmeyen refüj çalışmaları, çok abartılı peyzaj düzenlemeleri ile göz alıcı yol kenarı süslemeleri. … yaz yaz bitmiyor. Biten bir şey varsa ülkemize giren dövizi ve kaynakları har vurup harman savurmamız.
Kısaca belediye yöneticilerinin son dönem telaşıyla ve “Bugün varız, yarın yokuz” anlayışıyla, halkın tepkisini hiçe sayarak birtakım uygulamaların içine girmesi son tahlilde kendilerine de zarar verir. Bu yüzden belediyelerdeki yenilenme isteğini anlıyorum ama ben konunun 5-10 belediyeyle sınırlı kalmasının da yeterli olacağı kanısında değilim. Bu uygulama iktidar olsun muhalefet olsun hepsince yapılmalıdır. Bir çok belediye gelirinden kat ve kat borçlu durumdadır. BU borçları bu belediye ve encümenlerine ödettirilmelidir. Neye göre bu kadar borçlandırdılar belediyeyi? Hesap vermeliler? Buradan İçişleri bakanlığına da seslenmek istiyorum. Gelir kaynağından aşırı bir şekilde harcama yapan ve borç batağına saplanan belediyeleri kim olursa olsun hesap sormalıdır.
Ülkemizde belediyelerin en önemli gelir kalemi, genel bütçe paylarıdır. 5779 sayılı kanun İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında uyarınca genel bütçe vergi gelirleri tahsilâtı toplamının yüzde 1,50’si büyükşehir dışındaki belediyelere, yüzde 4,50’si büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ve yüzde 0,5’i il özel idarelerine ayrılır. 2464 sayılı Kanunda gösterilen vergi, harç ve katılma payları, 1319 sayılı Kanunda gösterilen emlak vergisi, 5393 sayılı Belediye Kanunun 59, maddesinde sayılan taşınır ve taşınmaz malların kira, satış ve başka suretle değerlendirilmesinden elde edilecek gelirler, hizmet karşılığı ücretler, faiz ve ceza gelirleri, bağışlar, her türlü girişim, iştirak ve faaliyetler karşılığı sağlanacak gelirler, belediyelerin öz gelirleri arasında yer alır. Görüldüğü gibi genel bütçe vergi gelirlerinden ayrılan paylar, öz gelirler arasında yer almaz. Gelir kalemlerine göre belediye gelirlerine bakacak olursak; vergi gelirleri, teşebbüs ve mülkiyet gelirleri, alınan bağış ve yardımlar, faizler, paylar ve cezalar, sermaye gelirleri, alacaklardan tahsilâtlardan oluşmaktadır.
İç borçlanmaya karar verme yetkisi, bir önceki kesinleşmiş bütçe gelirine bağlanarak; belediye, bağlı kuruluşları ve sermayesinin % 50’den fazlasına sahip olunan şirketlerin bütçe gelirinin % 10'una kadar olan iç borçlanmaların meclis kararı, % 10'un üzerindeki borçlanmaların ise meclis kararı yanında İçişleri Bakanlığı onayı ile yapılması öngörülmektedir. İller Bankası’ndan yatırım kredisi ve nakit kredi kullanan belediye, ödeme plânını bu bankaya sunmak zorundadır. İller Bankası, hazırlanan geri ödeme plânını yeterli görmediği belediyenin kredi isteklerini reddeder. Dış kaynak gerektiren projelerde Hazine Müsteşarlığı’nın görüşü alınır. Belirtilen usul ve esaslara aykırı olarak borçlanan belediye yetkilileri hakkında TCK’nın görevi kötüye kullanmaya ilişkin hükümleri uygulanır.

Peki belediyelerin bunca borçlanmasına nasıl izin vermiştir?
Mali yapısı güçlü olsa dahi borçlanma kapasitesinin üzerinde borçlanan bir belediyenin geri ödemeyi aksatması muhtemeldir. Belediyelerin borçlarını geri ödememeleri riskini azaltacak yöntemler, kredi derecelendirme kuruluşlarının belediyeleri derecelendirmeleri, tahvil sigortası uygulaması ve bankalar tarafından verilecek teminat mektupları olabilir Cari harcamaları karşılamak için uzun vadeli borçlanma, genellikle yasaklanmış olup her durumda kaçınılmalıdır.
Şu seçim günlerinde her tarafta yine yıkmalar, yapmalar başladı. Kimisi robocoplar yapar, kimisi bahçeleri yeniden tanzim eder, kimi kaldırımları yeniden yapar. Avrupa’ya da gittim. Almanya’da kaldırımların yada şuranın buranın iki de bir sökülüp yapıldığını görmedim. O yıkılan yerleri kim yaptıysa, kim hak edişleri denetleyip, kontrol edip ödeme yaptıysa onlara ödettirmek lazım. İkinin biri her tarafı söküp yapmakla bir yere varılamaz. Başta belediyelerde ve tüm kamu kurum ve kuruluşlarında, özel sektörde sıkı bir tasarruf uygulanmalıdır. Kıt kanaat oluşan gelir ve dış kaynaklarını heba edenlerden hukuki hesap sorulmalıdır.
Özel sektörde aynı durumda. Şu yabancılar pazarlarına gidin bir bakın. Alakasız tüketim yada kalitesiz malzemeler. Dolduruyorlar konteynıra son derece kalitesiz ve kullanım alanı da yok Çin’den şuradan buradan ithal ediyorlar. Giden döviz kaynağımız oluyor. Bunlardan da hesap sorulmalıdır. Sıkı bir kamu maliye disiplini uygulanmalıdır. Hatta geçtide
Saygılarımla


Mustafa Kemal Bektaş

KAYNAKLAR:
Mahfi Eğilmez -  Türkiye 2018’de ne kadar dış borç ödeyecek?
Esfender Korkmaz - Dış borç çıkmazda mı?
Esfender Korkmaz – Yüksek dış borç Yüksek risk demektir.
Alaattin AKTAŞ - Özel sektörün dış borcu 300 milyar doları aştı
Alaattin AKTAŞ - Özel sektör bu kadar dış borcu niye aldı, nerede kullandı?
Hakan Özyıldız - Devlet özel sektörün dış borcuna kefil olur mu?
Hakan Özyıldız - Hazine garanti verdikçe bankalar dış borç almış
Mahvi Eğilmez - Bir IMF gitti üç IMF geldi
https://sayistay.gov.tr/tr/?p=2&CategoryId=88  Sayıştayın görevleri nelerdir?
Fuat Uğur - Yüksek faizin sebebi belediyelerin savurgan harcamaları
Yalçın Bayer - Yolsuzluk+savurganlık
Murat AKTUNA - Parklar için savurganlık
NİYAZİ KOÇ - Asıl Kara Delik: Belediyeler
Mustafa ÖKMEN & Neslihan KOÇ - Türkiye’de Belediye Gelirleri İçinde Borçlanma ve Borçların Azaltılması İçin Öneriler