ANTİKA TAMİRCİLERİ VE ANTİK ESERLER İÇİN MİMARİ SANAT TARZLARI HAKKINDA - 2
Antika tamiri yapacak Restoratörlerin mimari sanat tarzlarını bilmeden Restorasyonu ve Konservasyonu yapmaları asla mümkün değildir.
Sizlerden gelen sorular ışığın da mimari sanat tarzlarından derlediğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum
Restorasyon demek; objenin bütünlüğünün bozulan kısımlarının aslına uygun bir şekilde yenilenmesi, onarılmasıdır.
Konservasyon ise; Objenin korozyona karşı bazı metotlarla bozulmaya,çürümeye karşı korunma tedbirleri çalışmalarının tümüdür.
İşte görüldüğü gibi Restorasyonu ve konservasyonu yapacak restoratör mimari sanat tarzlarını bilmediği takdirde tarihsel değeri olan antikalarınızın onarım ve bakımlarını yapamayacağı ve antikalarınızı çöpe çevirebileceği bir aşikardır.
Her mimari sanat tarzının ait olduğu döneme ait bazı özelliklere sahip olduğu bilinen bir gerçektir. Sizlere ana hatlarıyla hazırlamış olduğumuz bu sanat tarzları ile ilgili bilgilerin çalışmalarınıza ışık tutacağı bilinciyle ayrıntılara özellikle dikkat ettik.
Şimdi belli başlı sanat tarzları ve o dönemin karakteristik özelliklerini birlikte inceleyelim:
Gotik sanatının özellikleri incelenecek olunursa, bu sanat tarzıyla yapılan mimari yapılar en önemli özelliği, bu yapıların sivri olmasıdır. Özellikle Roma mimarisinde, kubbelerde sivri ve birbirlerini kesen kemerler oldukça fazla kullanılmıştır. Bu tarzda yapılan mimari yapıların bir diğer önemli özelliği ise, bu tür yapılarda çok fazla pencere kullanılmıştır ve pencere camları renkli yapıdadır. Çatılarda yer alan ve oku andıran kulelerde, bu sanattaki bir diğer önemli özelliği oluşturur.
Gotik sanatı en çok mimaride kullanılmakla birlikte, bu sanat aynı zamanda resim, gündelik eşya, süs ve heykelcilikte de kendini göstermiştir. Gotik tarzda yapılan heykeller, daha çok kiliselerin duvarlarında kendilerinde yer edinmişlerdir. Bu tarzda yapılan heykeller, Hıristiyanlıktaki ilk dönemlerdeki bir özelliği anımsatmaktadır. Sanatçılar gotik tarzıyla heykeller yaparken, inanç sahibi kişilere görsel bir hediye sunmayı ön planda tutmuşlardır.
Gotik sanatı, kendisini daha çok dini yapılarda kendini göstermeyi başarmıştır. Bu yapılar ise, katedral ve kilise gibi dini yapılardır. Gotik tarzı kullanarak yapılan bu tür yapılara en önemli örnekler ise, Notre Dame, Milano ve Köln Katedralleridir.
Özellikle mimaride kullanılan gotik sanatının gelişimi ve sürdürülmesi, Avrupa’da 16. Yüzyılın başına kadarki döneme kadar sürmüştür. Gotik sanatının uygulama yöntemi ise, bu sanatı uygulayan ve bu sanatla yapılar inşa eden gotik mimarları, ilk önce ağırlıkla ilgili çalışmalar yapmışlardır. Ağırlığın itme kuvveti ve hangi yönde olduğu tespit edildikten sonra, ağırlıktaki baskı gotik mimarları tarafından fil ayaklarına ve kemerlere aktarılmıştır. Bu uygulamayla, yapının ağırlığı dengeye bağlanmıştır. Mimari yapılardaki duvarlara, vitray tekniğiyle çeşitli süslemeler yapılmıştır. Vitray ve Cam, zamanla gotik sanatının önemli karakteristik özelliklerinden biri olmayı başarmıştır.
Bu dönemde var olan ” Romantik Sanatı ” değişime uğramış ve ” Gotik sanatı” bu nedenle Latin sanatına tepki olarak meydana çıkmıştır. Bu sanat, aynı zamanda Avrupa tarihinde oldukça ünlü olan Rönesans dönemini başlatan akımdır.
Gotik kavramı sanatla ilgili bir kavram olmakla beraber, sanat anlayışı ve yazı şekli olarak da kullanılmaktadır. Gotik yazı şekilleri, genellikle Almanlar tarafından kullanılır. Gotik sanatı, tarihi dönemler çerçevesinde incelendiğinde bu sanat 12. Yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Sanat tarihçileri, Paris yakınlarındaki St.Denis manastırının küçük kilisesinin koroyerinin, bu manastırın başrahibi olan Suger tarafından 1137-1144 yılları arasında yeniden ele alınarak inşa edilmesini, Gotik biçemin "doğuşu" için bir dönüm noktası olarak alırlar.[12] "Gotik" sıfatının nereden geldiğini anlamak oldukça güçtür, çünkü İskandinavya'dan gelen barbar bir kavim olan Got'lar; göçebe olduklarından belirli bir mimari şekli getirmemişler, putperest oldukları için de kilise yapmamışlardır. Ayrıca, Ortaçağ sonlarındaki herhangi bir sanat şeklinde belirli bir etki bıraktıkları da görülmemiştir. Got'lar, M.S. I. yüzyıl boyunca Vistül nehrinin ağzından güneye doru inmiş ve Tuna'nın sol kıyılarında yerleşmişlerdi. Bu bölge sonradan Gotik sanatın merkezi olarak dikkat çekmediğine göre kelime, bu üslubun geliştiği bölgeden alınmış olamaz. Akla yakın bir açıklama, Rönesans devri İtalyan hümanistlerinin Gotik kelimesini, kendi düşüncelerine göre, Alplerin kuzeyinden gelen herşey anlamındaki barbar kelimesi ile eşanlamda kabul etmiş olmalarıdır.
Gotik mimarlıkta kullanılan ve biçemin özelliklerini belirleyen tek tek elemanların hiçbirisi, gerçekte yeni bir buluş değildir: Sivri kemer, kaburgalı çapraz tonoz, payanda ve uçan payandalar, bütünün ve koroyerinin planları, portal düzenlemesi, nef duvarının düzenlenişi, hatta gül pencere… Gotik sanatı Gotik sanat yapan bu elemanların ve öğelerin hepsi, daha önceki Romanesk mimarlıkta dağınık olarak kullanılmıştı. Öyleyse Gotik biçem neden St. Denis ile başlatılmaktadır? Çünkü, tüm bu öğeler ilk kez Suger'in St. Denis'inde tek bir yapıda ve beraber kullanılmıştır. Yeni olan, bu motiflerin bambaşka bir estetik amaca yönelmiş bileşimidir
Gotik mimar, yapının hem içersinde hem de dışında öncelikle düşey unsurları yakalamaya çalışmıştır. Bu durum, Hıristiyanlığın o çağlardaki "göksel inanç" gereğinin bir tezahürüdür ve Skolastik düşün ile doğrudan ilişkilidir.
Gotik mimarlık, antik Roma kültürünün (dolayısıyla bunun mimari-teknik unsurunun), Hıristiyanlık inancının (Skolastik felsefe) ve Kuzey kavimlerin kültürlerinin bir potada eritilmiş bileşimlerinin, o çağ için en yüksek düzeyde yapısal bir tezahürüdür.
Bugün, birçok Gotik yapının mimarları ve o yapıda çalışan yüzlerce sanatçının adları bilinmemektedir. Bunun nedeni, bu kişilerin tıpkı Mısır'ın dev piramitlerini yapanların ruhu gibi bunu, "sonsuzluk ve ibadet" için yapmış olmalarındandır. -Keşke tüm din'ler, inananlarına ibadet olarak "ağaç dikmeyi" şart koşsalardı!"- Dolayısıyla, yaptıkları eserlere adlarını yazmamış olmalarındandır. Yani, kollektivist bir ruh yapısının o döneme hakim olması ile çağın en büyük sanatsal performansı olan katedraller, gerçekten toplumsal projeler olmuşlardır. Ayrıca, Gotik katedrallerin inşa edilmesinde çeşitli Lonca'ların büyük katkısı olduğu göz önüne getirilmelidir, öyle ki, bir katedralin yapımı bittikten sonra aynı Lonca teşkilatı bir başka şehirde, yeni bir katedralin inşasına girişebiliyordu.
Hoysala mimarisi, günümüz Hindistanı’nda Karnataka eyaletinin olduğu bölgede 11. ve 14. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş olan Hoysala İmparatorluğu döneminde gelişen özgün mimari tarzdır. Hoysala nüfuzu Güney Deccan yaylasına egemen olduğu 13. yüzyılda doruk noktasına erimiştir. Bu dönemde inşa edilen Belurdaki ennakeava tapınağı, Halebidudaki Hoysalevara tapınağı ve Somanathapuradaki Keava tapınağı gibi irili ufaklı birçok tapınak Hoysala mimarisinin örnekleri olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Hoysala mimari ustalığının diğer örnekleri Belavadi, Amrithapura, Hosaholalu ve Nuggehallide bulunan tapınaklardır. Hoysala mimari tarzının incelenmesi sonucunda Hint-Aryan etkisinin önemsiz olduğu ve asıl Güney Hint tarzının baskın olduğu anlaşılır.
Hoysala İmparatorluğunda tapınakların çok yaygın olmasının sebebi dönemin sosyal, kültürel ve siyasal olaylarıdır. Karnata tapınak inşa geleneğinin biçimsel dönüşümü Vainava ve Viraaiva düşünürleri ile sembolleşen dinî eğilimler kadar sanatsal açıdan Batı alukya derebeylerini geçmeyi arzulayan Hoysala krallarının yükselen askerî başarılarını da yansıtır. Hoysala hükümranlığının öncesinde 12. yüzyıl ortalarında inşa edilen tapınaklarda belirgin Batı alukya etkisi görünür. Daha sonraki tapınaklarda alukya sanatına ait belirtiler bulunsa da Hoysala ustalarına özgü yeni süslemeler göze çarpar. Karnataka eyaletinde günümüze kadar gelen yaklaşık yüz kadar tapınak bulunmaktadır. Bunların çoğu Hoysala krallarının anayurdu olan Malenadu bölgesindedir.
Karnatakada çok rağbet gören turistik yerler olan Hoysala tapınakları orta dönem Hint mimarisinin Karnata Dravida geleneğini incelemek isteyen mimarlık örencileri ve meraklıları için mükemmel olanaklar sağlar. Bu mimari geleneği Badaminin alukya hanedanı hamiliinde 7. yüzyılda balamı, Basavakalyanın Batı alukyaları yönetimi altında 11. yüzyılda daha da gelişimi ve sonunda Hoysalalar saltanatında 12. yüzyılda bağımsız bir tarz hâline dönüşmüştür. Tapınaklarda göze çarpan yerlerde bulunan orta dönem Kannada dili yazıtlar tapınakların detaylarını verir ve Hoysala hanedanı tarihi hakkında deerli bilgiler sunar.
20. y.y. ikinci on yıllık süresi içinde aktif olan önemli bir sanat hareketidir. Hareket rusyada doğmus ve 1917 devrimini müteakiben etkinlik göstermiştir. Yeni doğan bu dünya düzeni içerisinde sanatçının bir mühendis ve bir bilim adamı olduğunu kabul eden bu harekete bağlı sanatçılar yeni kurulmakta olan bir düzenin yeni kurallara ihtiyaç duyduğuna inanmaktadır. Burjuva ön yargılarına şiddetle karşı çıkan konstruktivistler sanat için sanat fikri ve gerçeğin yorumu ve tasviri anlayışına da tepki göstermektedirler Materyalist tavrı yeni bilimsel ve materyal biçimlerde belirlemeye çalışarak toplumsal olarak faydalı ve kullanılabilir şeylerin yeni biçimlerin kaynağı olduğunu kabul ederlerdi. Toplumu ve sanatı bütünleştirme çabasında makine ve insan bilinci zamanlarını yansıtacak güçte olup 20. y.y. nın değişen şartlarına uygun bir estetik yaratmak istiyorlardı. En önemli sanatçıları endüstriyel desen, ahşap, metal ve seramikle birlikte film ve tiyatro ile uğrasan Vladimir Tatlin, tipografi, poster, fotoğraf ve film ile uğraşan Alexander Rodchenko mimari ve ic dekorasyonla uğraşan El Lissitzky ve insan duygularını şekillendiren psikolojik fenomen ve iç fenomenlere eğilen Naum Gabo olmuştur. Sanat tarihi içerisinde bu akıma bağlı olarak şekillenen en ilginç eser bir proje olarak kalan 3.Enternasyonale anıtıdır. Geleceğe donuk eser olarak ta ünlenen bu eser uzay cağı dinamizmine uygun bir düşüncenin ürünü olup masif bir spiral olarak teşkilatlandırılmıştı. içinde bir silindir, bir küp, bir küre asılı olup, çeşitli mimari mahalleri ihtiva edecekti. Bugün ayakta kalan en önemli konstruktivist eser ise moskovadak, Leninin mozolesidir.
Vladimir Tatlin (1885-1953)-Alexander Rodchenko (1891-1977) El Lissitzky (1890-1941)- Naum Gabo (1890-1977)
Modern mimarlık, 19. yüzyıl'ın Eklektisist mimarlığına karşı çıkan özgün yaratma yanlısı tüm mimari akımların genel adıdır. Eklektisizm'in geçmişten biçim aktarmaları yapan tutumuna karşıt olarak, tüm modern akımlar mimari biçimlerin çağa ve güncel koşullara göre oluştuğu görüşü doğrultusunda çalışmışlarıdr. Kabaca, Art Nouveau'nun ortadan kalkışından , 1910'dan sonra, 1970'lere dek gelişen tüm akımlar Modern Mimarlık kapsamı içinde değerlendirilebiler. Bunlar tasarım anlayışları açısından birbirlerinden çok farklı kutuplarda yer alsalarda temelde tarihten yararlanmayı yadsıyışlarıyla ortaklaşırlar. 1970'lerden bu yana Modern MimarlıkPostmodernizm karşısında sürekli gerileyerek, yerini tarihselci bir akıma terk etmektedir.
Modern mimarlık batı uygarlığının bir ürünüdür. On sekizinci yüzyılın sonlarında, modern çağı ortaya çıkaran demokratik devrim ve endüstri devrimi ile birlikte biçimlenmeye başlamıştır. Bütün dönemlerin mimarlığı gibi modern mimarlıkta, insan yaşamı için özel bir çevre yaratmaya, insanoğlunun düşünce ve eylemlerini, olduğuna inandığı ya da olmasını istediği gibi görselleştirmeye girişmiştir. Ünlü mimar Otto Wagner, 1986'da yayımladığı kitaba verdiği başlıkla, daha sonra tüm sanat biliminin kullanabileceği bir deyimin isim babası olmuştur.
18'inci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan demir köprüler Modern mimarinin ilk otantik örnekleri sayılır. Bina olaraksa, 1851 Londra sergisindeki Paxton'un Crystal Palace'ına gelinceye kadar tavizsiz bir örnek gösterebilme olanağı yoktur. Yaklaşık olarak 70 bin metre karelik bir alanı kaplayan bu teşhir sergisi, standardize elemanlar halinde demirle camın kaynaştığı ilk önemli fabrikasyon örneğidir. Nitekim böylesine muazzam bir bina 16 hafta içerisinde, o zaman için mucizevi, bugünse şaşırtıcı sayılabilecek bir sürede inşaa edilip bitirilebilmiştir. Crystal Palace'sı çeşitli özellik ve nitelikleriyle, Modern mimarının başlatıcısı ve de eskimez örneklerinden biri olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Modern mimarlık ve Fonksiyonalizm ile eş anlamda kullanılan Modernizm , temel olarak biçimin basitleştilip yalınlaştırılması ve süslemenin mimariden yok edilmesini kendine ilke edinen bir ekoldür.
Öncülüğünü yapan mimarların herbirinin söz konusu ekole yaklaşımlarında benimsediği farklılıklar daha 20. Yy ın başlarında ortaya çıkmıştır.
Ekol kısa sürede dünyanın pek çok saygın mimar ve eğitimcileri tarafından da benimsenerek popüler hale gelmiştir.
Buna rağmen yy ın ilk yarısında bu akımı temsil eden ancak az sayıda yapının uygulandığı görülmüştür.
Ne var ki ekol, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin ilk 30 yılında gerek kurumsal gerekse ticari amaçlı yapı inşaatında dünyanın en çok tercih edilen bir mimari stili olmuştur.
Pek çok yazara göre Modern Mimarlık, her toplumda Modernite ve Aydınlanma’ya bağlı olarak ortaya çıkan sosyal bir gelişmedir. Onlara göre bu stil belli bir dönemin sosyal ve politik gelişmelerinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Diğer yazarlara göre ise, Modern Mimarlık teknolojik ve mühendislik gelişmelerinin sonucunda ortaya çıkan sanayi devrimi ile seri üretimi olanaklı hale gelen demir, çelik ve cam gibi yeni malzemelerinin katkısıyla gerçekleştirilen bir stildir.
Diğer yazarlara göre ise, Modern Mimarlık teknolojik ve mühendislik gelişmelerinin sonucunda ortaya çıkan sanayi devrimi ile seri üretimi olanaklı hale gelen demir, çelik ve cam gibi yeni malzemelerinin katkısıyla gerçekleştirilen bir stildir.
İngiltere’de bir zamanlar “karanlık ve şeytani işletmeler” in kentleri olarak tanımlanan Manchester, York Shire vb kentlerin değişen peyzajları, kısa zamanda Kuzey Britanya’nın tümüne egemen olmuştur.
Bu nedenle endüstri mimarlığı bazı yazarlar tarafından, sanayi kentinin olumsuzluklarıyla özdeşleşmiş, sağır, şeffaf ve düz yüzeyli yalın biçimlerin oluşturduğu, bu nedenle de gerçekte insanlığın ‘soğuk ve acımasız yüzü’ olarak görülmesi gereken bir mimari ekoldür.
1851 in Büyük Sergi Salonu J. Paxton’un Crystal Palace yapısı demir ve cam karışımı endüstri mimarlığının erken dönem temsilcisiydi.
Bu tarzın en klasik örneklerini kuşkusuz William Le Baron Jenney ve Louis Sullivan’un Chicago’da inşa ettiği gökdelenler oluşturmuştur.
Ayrıca, diğer sanayi ürünü betonun yapılarda mimari ifadenin bir parçası olarak görüldüğü olmuştur..
Neogotik, 19`ncı yüzyılda gelişen bir ve mimari tarzı. Mimari alanda başlayan üslup, daha sonra edebiyat ve diğer alanlara da yansıdı. Orta Çağ`ın idealleştirildiği bu tarz, 1830-1900 yılları arasında altın çağını yaşadı.
Viyana`daki Votiv Kilisesi,,1856-1879:Boms Pfarrkirche Hochaltar, Pfarr Kilisesi , Viyana Belediye binası, 1883 Münih yeni Belediye binası, 1867-1909 Braunfels Şatosu, Larnach Şatosu, bu mimari tarzda yapılan eserlerdir.
Viyana`daki Votiv Kilisesi,,1856-1879:Boms Pfarrkirche Hochaltar, Pfarr Kilisesi , Viyana Belediye binası, 1883 Münih yeni Belediye binası, 1867-1909 Braunfels Şatosu, Larnach Şatosu, bu mimari tarzda yapılan eserlerdir.
18. y.y. in ilk yarısından itibaren Avrupa sanatında belirgin bir değişim gözlenir. barok anlayışa ve rokoko sanatın aşırı taşkın süslemeleri ile sembolik tavrına tepki olarak doğan bu sanat anlayışının amacı barok öncesi donemin saf kabul ettikleri sanat anlayışına dönmektir. Antik devir hayranlığının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu akıma mensup sanatçılar için önemli olan çizgi ve form olup renkler ve ışık etkileri bütünüyle bir çizgi ve form bileşkesine bağlıdır. Antik form anlayışı her şeye hakimdir. Neo-klasik anlayışı fransız ihtilali ile çakışan bir ölüde de Napoleon devrinin sanat anlayışı olmuştur.
Antonio Cannova (1757-1822)-Johan Gottfri Schadow (1764-1860)-Jacques Louis David (1748-1825) Jean Pomuste Dominique Ingres (1780-1867)
Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi,Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük mimarisi'nden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin, Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde etkili olan Erken Dönem Mimarisi İznik, Bursa ve Edirne yapıları tarafından temsil edilir.Bunların ilk örnekleri İznik’te bulunur.İkinci payitaht Bursa ise gerek devletin ilk anıtsal taş yapılarını bulundurması gerekse Erken dönem Mimarisi’ne damgasını vurmuş “Bursa Üslubu“nun doğduğu yer olması nedeniyle büyük bir öneme sahiptir.14.yy.ın ikinci yarısında devletin merkezi olan Edirne ise bir cami ve medreseler kentidir. Erken Dönem Mimarisi özellikle taş işçiliği bakımından Selçuk Sanatı’nın izlerini taşır. Fakat Bu dönem eserlerini Selçuklu Sanatı’nın taklitleri olarak kabul etmemek gerekir: Erken Dönemde klasik anlayışın ve özgün Osmanlı sanatının ilk temelleri atılmış;kubbe geleneği ortaya çıkıp gelişmiştir.
Klasik Dönem Mimarisi ise üç yüzyıllık geniş bir dönemde,imparatorluğun bütününde etkili olmuş;en parlak örneklerini ise İstanbul’da vermiştir.Bu dönem mimarisinin baş yaratıları,dini ve kamusal yapılardır.Özel mülkiyet anlayışı olmadığından sivil mimariye ait yapılara pek rastlanmaz.Kamusal ve dinsel işleve sahip olmayan ilk ürünler dönemin sonlarında ,batı etkisinin gelişiyle verilmiştir.Bu dönem, Erken Dönemin mirasçısı olarak kubbe geleneğini sürdürmüş,Erken Dönemin sonlarında ortaya çıkan merkezi plan şemasını geliştirerek onu anıtsal ölçülere kavuşturmuştur.Bir çokları Osmanlı Klasik Anlayışının karakteristik özelliği olan ;ana kubbeyi yarım kubbelerle mümkün olduğunca genişletme çabasının Ayasofya’ dan etkilenilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia ederler. İmparatorluğun duraklama dönemine girdiği 17.yy. sonlarında ve bunu takip eden gerileme döneminde Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında reform arayışları baş gösterdi; fakat bu arayışlar daha çok Avrupa’nın idari ve kültürel açılardan taklit edilmesi şeklinde gelişti. Mimaride batılı üsluplar benimsenmeye başladı.Böylece 18.yy.dan sonra Klasik dönem eserlerine rastlanmadı,sivil mimari önem kazandı.
Osmanlı sanatı, genel olarak mimari, süsleme ve el sanatları (halı, kilim, minyatür, çini, hat vb) çerçevesinde incelenebilir.
Osmanlı sanatı, büyük ölçüde Anadolu Selçuklu mimarisinin etkisinde kalmıştır. Bu dönem eserleri (cami, medrese, türbe) Bursa, İznik, Edirne ve İstanbul’da yoğunluk kazanmıştır.
Osmanlı mimarisi Osmanlı İmparatorluğu’nun beylik olarak kurulup, imparatorluk olarak yayıldığı ve hüküm sürdüğü dönemlerde inşa ettiği veya fikir öncülüğü yaptığı mimari üslupları ve eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi kendinden önce gelen Erken dönem Anadolu Türk mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans mimarisi, İran mimarisi ve Memlük Mimari’sinden etkilenmiştir. Osmanlı mimarisinin, Akdeniz ile Ortadoğu mimari geleneklerinin sentezi olduğunu düşünen mimarlık eleştirmenleri de vardır.
Osmanlı camileri, dış kitle ve iç mekan özelliklerine göre: dört bölümde incelenmektedir.
Osmanlı camileri, dış kitle ve iç mekan özelliklerine göre: dört bölümde incelenmektedir.
–Tek Kubbeli Camiler (Hacı Özbek Camii, İznik Yeşil Camii)
– Ters T Planlı Camiler (Hüdavendigar Camii, Yıldırım Camii)
– Çok Kubbeli Camiler (Bursa Ulu Camii, Edirne Eski Camii)
– Merkezi Kubbeli Camiler (Edirne Üç Şerefeli Camii,)
– Ters T Planlı Camiler (Hüdavendigar Camii, Yıldırım Camii)
– Çok Kubbeli Camiler (Bursa Ulu Camii, Edirne Eski Camii)
– Merkezi Kubbeli Camiler (Edirne Üç Şerefeli Camii,)
Erken dönem mimarisi veya Bursa üslubu (1299-1501)[değiştir | kaynağı değiştir]
Ana madde: Erken dönem Osmanlı mimarisi
Erken dönem mimarisi 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin Osman Gazi tarafından Söğüt'de Osmanlı'nın tarafından kurulması ile 1501 yılında Bayezid Camii'nin (1501-1505) inşaatının başlaması arasındaki dönemi kapsar. Bazı araştırmacılar ise bu dönemin Edirne'de yer alan Üç Şerefeli Cami inşaatının 1437 yılında tamamlanmasıyla bittiğini kabul ederler. 1437 yılında inşaatı tamamlanan Üçşerefeli Camii hem erken dönemin en önemli yapıtlarından kabul edilmektedir; hem de klasik dönemin özelliklerinden olan iç avluya sahip planlar ve ana kubbe öğelerinin ilk kez uygulandığı bir yapıdır.
Bu döneme ait yapılar ağırlıklı olarak İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde yer aldı. Osmanlı mimarisine ait ilk kayda değer uygulamalar İznik'te inşa edildi. Ancak 1335 ile 1365 yılları arasında başkent olan Bursa'da daha anıtsal uygulamaların gerçekleşmesi nedeniyle bu döneme Bursa üslubu adı da verilir. 1365 ile 1453 yılları arasında devlete başkentlik yapmış olan Edirne'de ise ağırlıklı olarak cami ve medrese inşa edildi. Bizans mimarisi ve Selçuklu mimarisi etkilerini taşısa da bu dönemde klasik döneme dayanak oluşturacak fikirlerin ilk uygulamaları gerçekleşti. Ayrıca Klasik dönemin en önemli mimari kavramlarından birisi olacak kubbe kullanılması pratiği ortaya çıktı.
Ferah ve aydınlık mekânların oluşturulmasına önem verilen bu dönemin başlarında tek kubbeli yapılar inşa edilirken, ilerleyen süreçte çift veya çok kubbeli yapılar da uygulandı. 1333 ile 1334 yıllarında inşa edilen Hacı Özbek Camii Osmanlı mimarlık tarihinde inşa edilmiş ilk cami olarak kabul edilir. İznik'te yer alan bu yapı aynı zamanda tek kubbeli Osmanlı camii türüne de ilk örnektir. Dönemin kaydadeğer diğer yapılarının başında 1472 yılında inşa edilen Çinili Köşk gelmektedir. Çinili Köşk Osmanlı mimarisinde daha sonra pek rağbet görmeyecek olan çininin dış kaplama olarak kullanıldığı nadir uygulamalardan biridir. Erken dönem Osmanlı mimarisine örnek verilebilecek diğer bir uygulama da Osmanlı İmparatorluğu'nun yaklaşık 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı Padişahları'nın yaşadığı mekân olan Topkapı Sarayı’dır
Klasik dönem (1501-1703)
1501 ile 1703 yılları arasında hâkim olan Klasik dönemin örnekleri ağırlıklı olarak İstanbul'da yer alır. Özel mülkiyet kavramının olmamasından dolayı sivil mimari örneklerin olmadığı bu dönemde daha çok dinî yapılar ve kamu yapıları inşa edildi. Klasik dönemin mimarlarının genel yaklaşımı yüksek ve görkemli yapılar inşa etmek yönündeydi. Bu sebepten erken dönemde uygulanmaya başlanan kubbeli ve merkezî planlı yapılar, klasik dönemde daha anıtsal ölçeklerde uygulandı. Bu dönemi etkileyen önemli yapılardan birisi de 537 yılında inşa edilen Ayasofya idi. Ayasofya gibi büyük ana kubbelerin inşa edilebilmesi için yarım kubbelerin kullanılması pratiği de bu dönemde yaygınlaştı. Bu amaçla inşa edilen yapıların başında gelen camilerde ağırlıklı olarak kubbeli ve yan kubbeli örtüler ve tavanı destekleyen filayak destek sistemleri kullanıldı. Malzeme olarak küfeki taşı ve mermerin sıklıkla kullanıldığı klasik dönem yapılarının tasarımında genelde yukarıdan aşağıya inildikçe genişleyen bir tasarım kompozisyonu hâkim oldu.
Bu dönemin başlamasıyla, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki üst sınıf açık ve genel alanları sıklıkla kullanmaya başladı. Geleneksel ve içe dönük toplum değişmeye başladı. Çeşmeler ve Aynalıkavak Kasrı gibi sahil kıyısındaki residanslar yaygınlaştı. Bir su kanalı (diğer adı Cetvel-i Sim) piknik alanı, Kâğıthane dinlenme alanı olarak tesis edildi. Lâle devrinin Patrona Halil isyanı ile son bulmasına rağmen, batılılaşma davranışının bir modeli oldu. 1720-1890 yılları arasında Osmanlı mimarisi klasik dönem prensiplerinden saptı. I. Mahmut'un saltanatının sürdüğü dönemde (1730-1754) Barok stili camilerin inşasına başlandı.
Bu dönemin yapıları içinde dairesel, dalgalı ve kıvrımlı hatlar ağır basmaktadır. Barok mimarisinde ışık ve iç hacim önemli olduğu gibi burada da etkilidir.Bunun büyük örnekleri Nuru osmaniye Camii, Ayazma Camii, Zeynep Sultan Camii, Laleli Camii, Fatih Türbesi, Laleli Çukurçeşme Hanı, Birgi Çakırağa Konağı, Aynalıkavak Kasrı ve Selimiye Kışlası dır. Mehmed Tahir Ağa zamanın en önemli mimarıdır.
Nusretiye Camii, Ortaköy Camii, Sultan Mahmut Türbesi, Mevlevi Dervişleri'nin Galata Locası, Dolmabahçe Sarayı,Beylerbeyi Sarayı, Sadullah Paşa Yalısı, Kuleli Kışlası batılılaşma uygulamalarıyla parelel bir şekilde yürüyen en önemli örneklerdir. Balyan Ailesi döneme damgasını vurmuştur.
Pertevniyal Valide Sultan Camii, Şeyh Zafir Binalar Grubu, Haydarpaşa Eczacılık Okulu, Düyun-u Umumiye Binası,Büyük Postane, Laleli Harikzedegan Apartmanları eklektisizm stilinin hâkim olduğu dönemin en önemli yapılarındandır. Raimondo D'Aronco, Alexandre Vallaury zamanın önde gelen mimarlarıdır.
olan kilise ve manastırlar, halk tarafından savaş zamanlarında sığınak olarak kullanılıyordu. Bu sebeple, güvenliği sağlamak amacıyla bu dönemde kilise ve manastırların duvarları kalın, uzun ve penceresiz yapılmıştır. Romanesk yapılara "kaba" denmesinin sebebi budur. Güvenlik için bir başka girişimse; ağaçla kapatılan kilise tavanlarının yerini tonoz almasıdır. Tonozun ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde kemerler kullanılmış, ama ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya çıkan boşluk daha hafif şeylerle doldurulmuştur.
Romanesk sanat deyince ilk akla gelen, Ortaçağ’ın büyük manastır yapılarıdır. Bunlar, yalnız dinsel değil, sosyal ve kültürel etkinlikleri de içeren yapı kompleksleridir. Romanesk kiliseler ise kalın taş duvarları, masif kuleleri ve heybetli görünümleriyle kimi zaman bir şatoyu anımsatırlar. Romanesk mimarlık üslubuna Avrupa’nın değişik yörelerinde rastlanır. Ama en tipik ve anıtsal örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de toplanmıştır.
Romanesk mimarinin en yaygın formu, çok nefli ve transeptli bazilikal formdur. Bu üsluptaki kiliselerde orta nef ile yan neflerin bağlantısı, 11. yüzyılda yapımına başlanan Speyer Katedrali’nde olduğu gibi masif ayaklara dayanan yuvarlak kemerlerle sağlanmıştır. Roma yapılarından alınan yarım daire biçimli yuvarlak kemer, Romanesk mimarinin en belirgin özelliklerinden biridir. Bu dönemde yapıların örtü biçimleri de değişmiştir. Erken dönemlerde kullanılan ahşap kirişli çatılar bu dönemde de kullanılmakla birlikte artık esas örtü biçimi, “tonoz” olmuştur. Yuvarlak kemerlerle dörtgen bölümlerin oluşturulduğu neflerin üzerini dilimli kubbeleri andıran çapraz tonozlar örtmektedir.
Uluslar Arası Uslüp Mimarisi
Uluslararası Üslup ya da Uluslararası Modernizm 1920’lerde bir şekilde bürünüp 1950’lere kadar hükmünü sürdüren 20.yy. ortası Batı mimarisine egemen üsluptu. Düzgün hatlar, düz çatılar, açık iç mekânlar, süssüz işlemeler ve yeni malzeme ve teknolojinin benimsenmesiyle ayırt edilen bir üslubun iki tipik tasarımı vardı:
Le Corbusier’in 1920’lerin ışık saçan beyaz beton evleri
Le Corbusier’in 1920’lerin ışık saçan beyaz beton evleri
Mies van der Rohe’nin 1940’larla 1950’lerin cam gökdelenleri
Uluslararası Üslup, Avrupa ve ABD’de kişisel ilgilerin dikkat çekici bir buluşmasını temsil eder. Louis Sullivan, Chicago Okulu, Frank Lloyd Wrght ve Prairie Okulu’yla Sanatlar ve Zanaatlar hareketi gibi etkilere yaslanan çeşitli Avrupalı avangart sanatçılar, modern hayata uygun gördükleri benzer bir üslup geliştirmeye başlamışlardı: yeni mimari formlar aramaları yeni toplumsal formlara duydukları ilgiyle bağlantılıydı. Genel hatlarıyla, görüşlerinde sosyalist, amaçlarında ütopyacıydılar. Pek çoğu kendi ülkelerindeki Deutscher Werkbund, De Stijil, Der Ring, Bauhaus, Pürizm, Arbeitsrat für Knust, Gruppo 7 ve M.I.A.R. türünden ilerici hareketlere yakındı. Uluslararası Üslup’un odağında bazen üçlü diye anılan üç mimar duruyordu:
Walter Gropius (1883-1969)
Walter Gropius (1883-1969)
Le Corbusier (1887-1965)
Ludwig Mies van der Rohe (1886-1969)
1910 dolaylarında bu üç mimar da tesadüf eseri Peter Bahrens’in (1868-1940) Berlin’deki bürosunda çalışmaktaydılar. Bahrens endüstri ile sanatlar arasındaki ilişkiye büyük ilgi duyuyordu ve cam çelik kombinasyonuyla AEG için yaptığı türbin salonu, kendisinden sonraki mimarların referans alacakları önemli bir örnekti.
Yaklaşık aynı dönemde Çekoslavakya doğumlu mimar Adolf Loos (1870-1933) yeni ve çarpıcı hatlarıyla özel konutlar inşa etmekteydi. Loos 3 yılını Chicago’da Louis Sullivan’la, onun süsleme düşmanlığını da bir ölçüde özümseyerek geçirmişti ve bunu 1908 tarihli önemli denemesi “Süsleme ve Suç”ta açıkça dile getiriyordu. Viyana’da yaptığı ve betonarme kullanılan ilk konutlardan biri olan Steiner House (1910) ise sade, arılaştırılmış bir üslupla inşa edilmişti ve başkalarınca çabuk benimsenecekti.
Gropius 1920’li yıllarda anahtar bir rol oynamıştı. İkisi de Adolf Mayer ile işbirliği yapış olan Fagus ayakkabı fabrikası (1911) ve Bauhaus Binası (1926) bunlara örnektir:
Bu yapıların özellikleri sonraki mimarlarca da çokça taklit edilmişti. Gropius’un yayınları ve ilk önce Bauhaus’ta , daha sonra ABD’de Harvard Üniversitesi’nde verdiği dersleri de farklı açılardan aynı derecede etkili olacaktı.
Aynı zamanda Paris’te Le Corbusier, ilkin Pürist resimleriyle geliştirdiği makine estetiğini mimariyi ve uygulamalı sanatları içine alacak şekilde genişletmişti. Bir uygulamacı olmanın yanı sıra teorisyen de olan Le Corbusier’nin modern hareket üzerindeki etkisini pekiştiren iki çığır açıcı metni vardı:
Beş Maddeyle Yeni Bir Mimari” (1926)
Yaklaşık aynı dönemde Çekoslavakya doğumlu mimar Adolf Loos (1870-1933) yeni ve çarpıcı hatlarıyla özel konutlar inşa etmekteydi. Loos 3 yılını Chicago’da Louis Sullivan’la, onun süsleme düşmanlığını da bir ölçüde özümseyerek geçirmişti ve bunu 1908 tarihli önemli denemesi “Süsleme ve Suç”ta açıkça dile getiriyordu. Viyana’da yaptığı ve betonarme kullanılan ilk konutlardan biri olan Steiner House (1910) ise sade, arılaştırılmış bir üslupla inşa edilmişti ve başkalarınca çabuk benimsenecekti.
Gropius 1920’li yıllarda anahtar bir rol oynamıştı. İkisi de Adolf Mayer ile işbirliği yapış olan Fagus ayakkabı fabrikası (1911) ve Bauhaus Binası (1926) bunlara örnektir:
Bu yapıların özellikleri sonraki mimarlarca da çokça taklit edilmişti. Gropius’un yayınları ve ilk önce Bauhaus’ta , daha sonra ABD’de Harvard Üniversitesi’nde verdiği dersleri de farklı açılardan aynı derecede etkili olacaktı.
Aynı zamanda Paris’te Le Corbusier, ilkin Pürist resimleriyle geliştirdiği makine estetiğini mimariyi ve uygulamalı sanatları içine alacak şekilde genişletmişti. Bir uygulamacı olmanın yanı sıra teorisyen de olan Le Corbusier’nin modern hareket üzerindeki etkisini pekiştiren iki çığır açıcı metni vardı:
Beş Maddeyle Yeni Bir Mimari” (1926)
“Ev içinde yaşanacak bir makinedir” saptamasında bulunduğu Toward a New Architecture (1923)
Le Corbusier iki çalışmasında da ferahlığı, bol hava ve aydınlığı, akılcı, esnek tasarımları vurguluyordu.
Le Corbusier’nin eserlerlerinin iki ünlü örneği Poissy’deki Villa Savoy ( 1929-1931) ile 1925 Paris sergisinde (Art Deco’ya adını veren sergi) yer verilen “Exposition International des Décoratifs et Industrels Modernes”te Pavillon de L’Esprit Nouveau’dur. Keza bu, Le Corbusier’in en radikal düşüncelerini uyguladığı kent planlaması alanına giriyordu. Ünlü Plan Voisin’i (1924-25) de Monmartre ile Seine arasında, onsekiz dev gökdelen inşa etmek üzere Paris’in kocaman bir bölgesinin yıkılmasını içermekteydi.
Le Corbusier Haziran 1928’de İsviçre, La Sarraz’da tartışma ve politika belirleme amacıyla dünya çapındaki modernist mimarları buluşturan bir forum olan CIAM kuruluşuyla da ilgilenmişti. Düzenli olarak toplanan bu forum, Uluslararası Üslup’un yükselmesi ve yayılmasına ölçülemeyen katkılarda bulunmuştu. 1959’da son toplantısını yaptığında 30’u aşkın ülkede kendisine yakın grup ve 3 bin civarında üyesi bulunuyordu. Düşük maliyetli toplumsal konutlar, toprak ve malzemelerin etkin kullanımı ve asgari hayat standartları melerinde odaklanan ilk aşamada (1928-1933 civarı) tartışmalara Alman mimarlar damgasını vurmuştu. 1933 Atina Bildirgesi’nden sonraysa vurgu, Le Corbusier’in örgüt içindeki etkisinin büyümesiyle birlikte, kent planlamasına kayacaktı. Bunun nihai ürünü, Brezilya’nın yeni idari başkenti Brasilia’daki, Oscar Niemeyer’in ana binalarının yanı sıra Lucia Costa’nın (1902-1998) planıyla dikkatleri üstüne çeken kent planlamasıydı (1956).
1920’lerin sonlarıyla 1930’lara gelindiğinde, Stuttgart’taki 1927 Deutscher Werkburg sergisinde topluca görülen ve 1928’den sonra CIAM’ın öne çıkardığı bina tipi bütün Avrupa ve ABD de hızla yayılmaya başlamıştı. Finli mimar Alvar Aalto’nun (1898-1976) Belediye kütüphanesi Viipuri (1930-35) bu üslubun kuzeye doğru genişlemesini yansıtırken, İtalyan Giuseppe Terragni’nin Casa del Fascio’su (1923-36) Uluslararası Üslup’un sosyalizmle sınırlı kalmayacağını göstermekteydi.
İngiltere’deki modernist binaları tasarlayan göçmenlerin en etkilisi de onun Tecton firmasının (1932-48) Londra, Highgate Highpoint ’den ( 1935) sorumlu olduğu Rus mimar Berthol Lubetkin’di (1901-1990).
New York’taki Modern Sanat müzesinde (MoMa) açılan “Modern Mimari: Uluslararası Sergi” başlığını taşıyan 1932 sergisi bu üslubun tarihinde kilit bir dönemeci temsil ediyordu. Bu sergiyle beraber çıkarılan The International Style: Architecture since 1922’nin yazarları Philip Johnson (1906-) ile Henry-Russell Hitchcock’un (1903-1987) verdikleri bir isimdi.
Johnson ve Hitchcock, ütopyacı sosyalist arka planından ziyade Avrupa modernizminin bakışı ve dilini tanıtmaya eğilmişler ve bu amaçla, tarihselci, eklektizmin yadsınmasına, ana yapılar için tuğla ve taş yerine topluca üretilen çelik ve betonun kullanılmasına, camın kılıf örten, serbest bir plan olarak uygulanmasına ve kütleden ziyade hacmi öne çıkaran mimari anlayışı’na odaklanmışlardı. Saflık ve disiplin, onların hayranlık duydukları özelliklerdi ve “daha az daha çoktur” düsturuna ulaşmışlardı.
Le Corbusier’nin eserlerlerinin iki ünlü örneği Poissy’deki Villa Savoy ( 1929-1931) ile 1925 Paris sergisinde (Art Deco’ya adını veren sergi) yer verilen “Exposition International des Décoratifs et Industrels Modernes”te Pavillon de L’Esprit Nouveau’dur. Keza bu, Le Corbusier’in en radikal düşüncelerini uyguladığı kent planlaması alanına giriyordu. Ünlü Plan Voisin’i (1924-25) de Monmartre ile Seine arasında, onsekiz dev gökdelen inşa etmek üzere Paris’in kocaman bir bölgesinin yıkılmasını içermekteydi.
Le Corbusier Haziran 1928’de İsviçre, La Sarraz’da tartışma ve politika belirleme amacıyla dünya çapındaki modernist mimarları buluşturan bir forum olan CIAM kuruluşuyla da ilgilenmişti. Düzenli olarak toplanan bu forum, Uluslararası Üslup’un yükselmesi ve yayılmasına ölçülemeyen katkılarda bulunmuştu. 1959’da son toplantısını yaptığında 30’u aşkın ülkede kendisine yakın grup ve 3 bin civarında üyesi bulunuyordu. Düşük maliyetli toplumsal konutlar, toprak ve malzemelerin etkin kullanımı ve asgari hayat standartları melerinde odaklanan ilk aşamada (1928-1933 civarı) tartışmalara Alman mimarlar damgasını vurmuştu. 1933 Atina Bildirgesi’nden sonraysa vurgu, Le Corbusier’in örgüt içindeki etkisinin büyümesiyle birlikte, kent planlamasına kayacaktı. Bunun nihai ürünü, Brezilya’nın yeni idari başkenti Brasilia’daki, Oscar Niemeyer’in ana binalarının yanı sıra Lucia Costa’nın (1902-1998) planıyla dikkatleri üstüne çeken kent planlamasıydı (1956).
1920’lerin sonlarıyla 1930’lara gelindiğinde, Stuttgart’taki 1927 Deutscher Werkburg sergisinde topluca görülen ve 1928’den sonra CIAM’ın öne çıkardığı bina tipi bütün Avrupa ve ABD de hızla yayılmaya başlamıştı. Finli mimar Alvar Aalto’nun (1898-1976) Belediye kütüphanesi Viipuri (1930-35) bu üslubun kuzeye doğru genişlemesini yansıtırken, İtalyan Giuseppe Terragni’nin Casa del Fascio’su (1923-36) Uluslararası Üslup’un sosyalizmle sınırlı kalmayacağını göstermekteydi.
İngiltere’deki modernist binaları tasarlayan göçmenlerin en etkilisi de onun Tecton firmasının (1932-48) Londra, Highgate Highpoint ’den ( 1935) sorumlu olduğu Rus mimar Berthol Lubetkin’di (1901-1990).
New York’taki Modern Sanat müzesinde (MoMa) açılan “Modern Mimari: Uluslararası Sergi” başlığını taşıyan 1932 sergisi bu üslubun tarihinde kilit bir dönemeci temsil ediyordu. Bu sergiyle beraber çıkarılan The International Style: Architecture since 1922’nin yazarları Philip Johnson (1906-) ile Henry-Russell Hitchcock’un (1903-1987) verdikleri bir isimdi.
Johnson ve Hitchcock, ütopyacı sosyalist arka planından ziyade Avrupa modernizminin bakışı ve dilini tanıtmaya eğilmişler ve bu amaçla, tarihselci, eklektizmin yadsınmasına, ana yapılar için tuğla ve taş yerine topluca üretilen çelik ve betonun kullanılmasına, camın kılıf örten, serbest bir plan olarak uygulanmasına ve kütleden ziyade hacmi öne çıkaran mimari anlayışı’na odaklanmışlardı. Saflık ve disiplin, onların hayranlık duydukları özelliklerdi ve “daha az daha çoktur” düsturuna ulaşmışlardı.
ABD zaten birkaç modernist binasıyla övünmekteydi. Viyanalı göçmenler Rudolph M.Schindler (1887-1953) ve Richard Neutra (1892-1970), Schindler’in Newport Beach’deki Lovell Beach Haus’u ( 1925-26) ve Neutra’nın Los Angeles, Griffth Park’taki Lovell Healthe House’undan (1927-29) görüleceği üzere Adolf Loose ve Frank Lloyd Wright’tan etkilenmişlerdi.
Ancak, Uluslararası Üslup’un kısmen avangart mimarların, birbirlerine düşman milliyetçi hükümetlerin baskısı sonucu- Avrupa’dan, özellikle Almanya ve İtalya’dan çıkışının etkisiyle ABD’de gerçekten tutunması da MoMa sergisini takiben bu onyılda gerçekleşecekti. Gropius, Marcel Breuer (1902-81) ve Martin Wagner (1885-1957) Harvard’da öğetim üyeliğine getirilirken Mies van der Rohe de ders vermeye Chicago’ya gitmişti.
Adı çok geçmeden uluslararası modernizmle beraber anılacak Mies van der Rohe, Uluslararası Üslup’u uyarlamış, düzenlemiş ve özgün, işlenmiş ve geometrik özelliklerine kavuşturmuştur. Erken dönem Avrupa modernizminin birbirine kenetli uzamları ve asimetrisinin yerine koyu, göz alıcı simetriyi getiren Rohe, bir ızgaraya dayalı metal çerçeveli cam kutuya kendini gösteren “Mies formülü”ne ulaşmıştı. Onu alçak yatay binalarının ilk örnekleri Illionis Teknoloji Enstitüsü’nün (1940-1956) kampüsü ve binaları ile Illinois, Plano’daki Farnsworth House’tur (1946-1950).
Chicago’da yaptığı Lake Shore Drive Apartmans’ta da (1948) çelik ve cam kule bloklarını ikamete uyarlamış ve sonraki on yılda herhalde en etkileyici eseri olan New York’taki Seagram Building’i (1955-1958) Johnson’la birlikte yapmıştı. O dönemde Mies van der Rohe, ABD’nin en önemli mimarıydı ve haklı olarak Sullivan’la Chicago Okulu’nun mirasçısı kabul ediliyordu.
Mies’in cam kutusu Uluslararası Üslup’un son sözü sayılabilirdi, ancak mimarlar bu genel tasarım üzerine kişisel varyasyonlarını geliştirmeye devam ediyorlardı. Dikkat çekici örnekler arasında Johnson’ın şeffaf Glass House’u (1949) ve Finli mimar Eliel Saarinen (1873-1950) ve oğlu tarafından tasarlanmış Michigan, Waren’deki General Motors Technical Center’ı (1948-1956), Gio Ponti (1891-1979) ve diğerlerinin Milano’daki Pirelli Binası (1956) bükümlü “cam kutu” tarzının çarpıcı bir örneğidir.
Ancak 1950’lerin sonlarında Uluslararası Üslup çeşitli saldırılara maruz kalacaktı. Bunun kökeni kısmen kendi ve 1956’daki 10. CIAM kongresinde ciddi bir çekişme söz konusuydu. Team X adını almış ve pek çoğu Yeni Brutalizm ile birlikte anılacak bir grup genç radikal mimar, CIAM’ın benimsediği türde modernizmi, mekanik düzen anlayışlarına başkaldırıp, yer ve insani duygusal ihtiyaçlar gibi sorunları dikkate almamakla suçluyordu. Üç yıl sonra CIAM resmen dağıldı.
Eski mimarların pek çoğu minimalist üsluba soğuk bakmaktaydılar. 1940’ların sonlarından beri Le Corbusier, ilk dönemdeki presisyonist üslubundan hem anlatımcı hem fantastik nitelikteki anti- rasyonalist mimariye kaymıştı. Bunun örneği, tepeye doğru kıvrılan kahverengi betondan ve siloyu andıran kulesiyle Ronchamp’taki hac Şapeli’ydi (1950-54).
Philip Johnson’un daha sonra 1966’daki bir röportajında belirteceği gibi:
"Modern denen mimarimiz çok eski, donuk ve düzdü. Frank Lloyd Wright onu “tahta göğüslü” diye adlandırıyordu."
Ancak, Uluslararası Üslup’un kısmen avangart mimarların, birbirlerine düşman milliyetçi hükümetlerin baskısı sonucu- Avrupa’dan, özellikle Almanya ve İtalya’dan çıkışının etkisiyle ABD’de gerçekten tutunması da MoMa sergisini takiben bu onyılda gerçekleşecekti. Gropius, Marcel Breuer (1902-81) ve Martin Wagner (1885-1957) Harvard’da öğetim üyeliğine getirilirken Mies van der Rohe de ders vermeye Chicago’ya gitmişti.
Adı çok geçmeden uluslararası modernizmle beraber anılacak Mies van der Rohe, Uluslararası Üslup’u uyarlamış, düzenlemiş ve özgün, işlenmiş ve geometrik özelliklerine kavuşturmuştur. Erken dönem Avrupa modernizminin birbirine kenetli uzamları ve asimetrisinin yerine koyu, göz alıcı simetriyi getiren Rohe, bir ızgaraya dayalı metal çerçeveli cam kutuya kendini gösteren “Mies formülü”ne ulaşmıştı. Onu alçak yatay binalarının ilk örnekleri Illionis Teknoloji Enstitüsü’nün (1940-1956) kampüsü ve binaları ile Illinois, Plano’daki Farnsworth House’tur (1946-1950).
Chicago’da yaptığı Lake Shore Drive Apartmans’ta da (1948) çelik ve cam kule bloklarını ikamete uyarlamış ve sonraki on yılda herhalde en etkileyici eseri olan New York’taki Seagram Building’i (1955-1958) Johnson’la birlikte yapmıştı. O dönemde Mies van der Rohe, ABD’nin en önemli mimarıydı ve haklı olarak Sullivan’la Chicago Okulu’nun mirasçısı kabul ediliyordu.
Mies’in cam kutusu Uluslararası Üslup’un son sözü sayılabilirdi, ancak mimarlar bu genel tasarım üzerine kişisel varyasyonlarını geliştirmeye devam ediyorlardı. Dikkat çekici örnekler arasında Johnson’ın şeffaf Glass House’u (1949) ve Finli mimar Eliel Saarinen (1873-1950) ve oğlu tarafından tasarlanmış Michigan, Waren’deki General Motors Technical Center’ı (1948-1956), Gio Ponti (1891-1979) ve diğerlerinin Milano’daki Pirelli Binası (1956) bükümlü “cam kutu” tarzının çarpıcı bir örneğidir.
Ancak 1950’lerin sonlarında Uluslararası Üslup çeşitli saldırılara maruz kalacaktı. Bunun kökeni kısmen kendi ve 1956’daki 10. CIAM kongresinde ciddi bir çekişme söz konusuydu. Team X adını almış ve pek çoğu Yeni Brutalizm ile birlikte anılacak bir grup genç radikal mimar, CIAM’ın benimsediği türde modernizmi, mekanik düzen anlayışlarına başkaldırıp, yer ve insani duygusal ihtiyaçlar gibi sorunları dikkate almamakla suçluyordu. Üç yıl sonra CIAM resmen dağıldı.
Eski mimarların pek çoğu minimalist üsluba soğuk bakmaktaydılar. 1940’ların sonlarından beri Le Corbusier, ilk dönemdeki presisyonist üslubundan hem anlatımcı hem fantastik nitelikteki anti- rasyonalist mimariye kaymıştı. Bunun örneği, tepeye doğru kıvrılan kahverengi betondan ve siloyu andıran kulesiyle Ronchamp’taki hac Şapeli’ydi (1950-54).
Philip Johnson’un daha sonra 1966’daki bir röportajında belirteceği gibi:
"Modern denen mimarimiz çok eski, donuk ve düzdü. Frank Lloyd Wright onu “tahta göğüslü” diye adlandırıyordu."
Johnson ve diğerleri, cam kutunun saflığı ve sertliğine humorla ve tarihsel referanslarla tepki göstermişlerdi. Johnson’un New York’ta tasarladığı, Chippendale kütüphanesini andıran alınlığıyla göze çarpan cam gökdelen olan AT&T şirket merkezi (1978-84) bugün bile Postmodernizmin ilk şaheserlerinden sayılmaktadır.
Melike Sudenur Bektaş & Mustafa Kemal Bektaş
Melike Varakçılık
o.553.538 12 64 mkbektas.55@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder