19 Mayıs 2018 Cumartesi

SAĞLIK KURUMLARINDA YAPILANMA VE DÖNÜŞÜM…… -3- Sağlık kurumlarında yapılanma ve dönüşümün üçüncü bölümündeyiz. Sağlık sektöründe özelleştirme ile ilgili gelişmelerin safahatını öğrenmedikçe ülkemizdeki sağlık sınıfındaki yapısal sorunları ve çözümünü asla idrak edemeyiz. Çünkü bu sektördeki yapılanmaların hepsi uzun yıllarda ki ekonominin kötü gidişatının sonunda dayatma sonucu başlamıştır. Artık iş bizim kontrolümüzden çıkmıştır. Çünkü yapılanmada, özelleştirmelerde yabancı ve yerli sermaye kullanılmıştır. Geri dönüş yapsanız bile devlet bu kadar özel ve yerli sermayenin harcadığı sermayeyi karşılayacak güçte değildir.

SAĞLIK KURUMLARINDA YAPILANMA VE DÖNÜŞÜM…… -3-


Sağlık kurumlarında yapılanma ve dönüşümün üçüncü bölümündeyiz. Sağlık sektöründe özelleştirme ile ilgili gelişmelerin safahatını öğrenmedikçe ülkemizdeki sağlık sınıfındaki
yapısal sorunları ve çözümünü asla idrak edemeyiz. Çünkü bu sektördeki yapılanmaların hepsi uzun yıllarda ki ekonominin kötü gidişatının sonunda dayatma sonucu başlamıştır. Artık iş bizim kontrolümüzden çıkmıştır. Çünkü yapılanmada, özelleştirmelerde yabancı ve yerli sermaye kullanılmıştır. Geri dönüş yapsanız bile devlet bu kadar özel ve yerli sermayenin harcadığı sermayeyi karşılayacak güçte değildir. Tek yapılacak kamuda savurganlığı azaltıp halkın gelir seviyesini yükseltmekten geçer. Bu nedenle en ince detayına kadar atlamadan konuyu sizlere taşıyorum.

İşte bu şartlar ve dayatmalar altında 2010-2014: de 20 Hükümet programlarında yer alan bu temel hedeflerden yola çıkılarak, Sağlık Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ortak öngörüsü ve işbirliğiyle Sağlıkta Dönüşüm Programı taslağı hazırlanmıştır

Sağlıkta Dönüşüm Projesi Konsept Notu, 2003: 2).Sağlıkta Dönüşüm Projesi’ ile gerçekleştirilmek istenen uygulamalar şunlardır:

• Genel Sağlık Sigortası yoluyla, hizmeti sunanla finanse edeni birbirinden ayırmak ve dolayısıyla hizmetin verildiği kurumun değil hizmete ihtiyacı olanın destekleneceği bir sisteme geçmek,
• Hastaneleri özerkleştirerek kaliteli ve verimli hizmet sunmalarını sağlayan gelirleri ile giderlerini karşılayabilen, yönetiminde merkeziyetçilikten arınmış sağlık işletmelerine dönüştürmek, dolayısıyla hizmette devlet kontrolünde rekabeti sağlamak,
• Birinci basamak sağlık hizmetleri denilen, hasta ile hekimin ilk karşılaştığı sağlık
hizmetlerinde, Aile Hekimliği modeline geçmek,
• Sağlık Bakanlığı’nı ülke genelinde sağlık politikaları belirleyen, hizmete yönelik standartlar koyup izleyen, tedavi hizmetlerini değil koruyucu sağlık hizmetlerini sunan bir yapıya kavuşturmaktır (SB,2003).

Bu gelişmenin ardından 2006yılında hazırlanan IX. Kalkınma Planı’nda (2006-2011) da Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın amaçları doğrultusunda sağlık hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması, hizmet kalitesinin artırılması, Sağlık Bakanlığının planlama ve denetleme rolünün güçlendirilmesi, sağlık bilgi sistemlerinin geliştirilmesi, akılcı ilaç ve malzeme kullanımının sağlanması ve GSS sisteminin oluşturulması planlanmıştır.
Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında yukarıda belirtilen unsurlar kamuoyunda
tartışılmaya bile fırsat kalmadan hızlı bir şekilde uygulamaya konulmuştur. Bu durum bir çok aktör tarafından tepki ile karşılanmıştır. Örneğin; SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinin 2005 yılında TBMM tarafından onaylanmasının ardından Sendika Konfederasyonları (Türk-İş, Hak-İş, KESK) ve TTB desteğinde eylemler düzenlenerek bu durum protesto edilmiştir. Bu iş o kadar kısa sürede halledilmiştir ki sessiz sedasız kulaklar tıkanarak adeta yağmurdan kaçarcasına meclisten gerekli yasalar anında çıkarılıp uygulamaya başlanmıştır. Kimse ne olduğunu bile uzun yıllar anlayamamıştır. Ama günümüze gelindiğinde işin bizden götürdükleri tamamen görülmeye başlamıştır.
Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması programı çerçevesinde 2003 yılının başında hazırlanan kanun tasarı taslaklarında, Sağlık Bakanlığı’nın taşra teşkilatının kaldırılması ve devletin sağlık tesislerinin yerel yönetimlere devredilmesi planlanmıştı. 15 Temmuz 2004 tarihinde kabul edilen 5227 sayılı Kamu Yönetiminin Temel İlkeleri ve Yeniden Yapılandırılması Hakkında Kanunda da aynı amaç esas alınmıştır.
Diğer yandan da Hükümetlerin neoliberal ekonomi politikalarının bir uzantısı olarak 2003 yılında “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adıyla topluma sunulan reform kapsamında öncelikle ilk basamak sağlık hizmeti için 2004 tarih ve 5258 Sayılı Aile Hekimliği Kanunu çıkarılarak sağlık ocağı sisteminden aile hekimliği uygulamasına geçilmiştir. Bu sistemle ana-çocuk sağlığı, bağışıklama gibi çocuk sağlığı ile ilgili doğrudan hizmetler başvuruya tabii tutularak toplumun tümü yerine yalnızca talep edenlere birinci basamak sağlık hizmeti sunulmaya başlanmıştır.
Bunun ardından, 6 Ocak 2005 gün ve 5283 sayılı Kanunla SSK sağlık tesisleri Sağlık
Bakanlığı’na devredilmiştir. Sağlık Bakanlığı bu kanunla 2005 yılında SSK’ya ait 146 hastane 212 dispanser,11 ağız ve diş sağlığı merkezi ve 2 dal merkezini devralmıştır.
Bu düzenleme ile SSK’nın hizmet sunumundan çekilerek sadece finansman alanında faaliyet göstermesi amaçlanmıştır. Böylelikle SSK hizmet sunumunda tasfiye edilerek SSK sağlık kuruluşlarının SB’na devri ile özelleştirilmeleri için alt yapı hazırlanmaya başlanmıştır.
Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi yönünde üçüncü adım, Sağlık sektöründe kamu özel ortaklığı uygulamasına ilişkin olarak Temmuz 2005 tarih ve 5396 sayılı yasanın çıkarılmasıdır. 5396 sayılı yasa ile, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nda hizmet alımı, sunumu, örgütlenmesi ve finansmanı açısından değişiklikler getirilmiştir.
Sonraki adım, 16.05.2006 tarihli ve 5502 sayılı yasa ile SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın birleştirilerek sosyal güvenlikle ilgili tek bir kuruma (SGK) dönüştürülmesidir. Böylelikle sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanarak yeniden yapılandırılması için temel oluşturulmuştur.
Sağlık alanında özelleştirmenin beşinci adımı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’dır. Primli Sosyal Güvenlik Sistemi’ni getiren 31.05.2006tarihli 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu sağlık alanının piyasaya açılması çalışmalarının başka bir aşamasıdır. Söz konusu kanun genel gerekçesinde “Sosyal güvenlik sisteminin yaşadığı finansman sorununun, ekonomik göstergeleri de olumsuz etkilediği son yıllarda bizzat sosyal güvenlik sisteminin kendisinin ülke ekonomisinde istikrarsızlık yaratan ana sebeplerden biri haline geldiği” belirtilerek, söz konusu tasarının çıkış amacının yaşanan bu finans ‘sorununa’ çözüm getirmeyi hedeflediği ifade edilmektedir. Bu kanuna göre asgari ücretin 1/3’den az kazananların sigorta primi devlet tarafından karşılanırken, bu kriterin üzerindeki herkes belirli oranlarda destek primi ödemek zorunda bırakılmaktadır.
Konu o kadar önemli ve uzun ki 3 ncü bölümde bile tamamlayamadık. .Ama bilinen bir şey varsa sağlıkta dönüşüm projesi ülkemizin iç ve dış borçlarından dolayı  ekonomik kıskaçta olan ülkemize yapılan zorunlu dayatmadır. Sağlıkta dönüşüm projesi sağlık sektöründe iç ve dış sermayeye kazanç kapısı açılmak için yapılan özelleştirme hareketlerinden başka bir şey değildir. Bu proje devletin yapması gereken yatırımları ekonomik sıkıntılardan dolayı ö yerli ve yabancı özel sermayenin sermayesini kullanmaktır.
Sağlık alanında özelleştirmenin son ayağı 2011 yılında çıkarılan 663 sayılı KHK’dir.663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 2/11/2011 tarihli ve 28103 (Mükerrer) sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve Bakanlık Teşkilatı Sağlık Bakanlığı, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu, Türkiye İlaç ve Tıbbî Cihaz Kurumu ve Türkiye Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü şeklinde yeniden yapılandırılmıştır.
Kanun Hükmünde Kararnamede taşra teşkilatı da, Bakanlık ve bağlı kuruluşlarına göre yeniden yapılandırılmıştır. Bu yapılandırmada İl ve İlçe Sağlık Müdürlükleri ile Sağlık Grup Başkanlıkları Bakanlığın; Kamu Hastane Birlikleri, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumunun; Halk Sağlığı Müdürlükleri ise, Türkiye Halk Sağlığı Kurumunun taşra yönetim teşkilatı olarak belirlenmiş ve bunlara bağlı hizmet birimleri öngörülmüştür.
Bu KHK ile Bakanlığın sağlık sistemi içerisinde politika belirleme, düzenleme ve denetleme konumunun ön plana çıkarıldığı, il düzeyinde Bakanlığa bağlı hastanelerin kamu hastaneleri birlikleri çatısı altında birleştirildiği ve birliklerin de bağlı kuruluş statüsündeki Kamu Hastaneleri Kurumu’na bağlandığı, Kamu Hastaneleri Birliklerinde profesyonel yönetime geçildiği, sağlık hizmeti sunan kuruluşların yönetiminin basamak esasına göre sınıflandırıldığı ve sağlık hizmetlerinin daha fonksiyonel birimlere ayrıldığı bir teşkilat yapısı oluşturulmuştur (Lamba vd.,2014: 64)). Görüldüğü gibi; Türk sağlık sisteminin son reform projesi olan Sağlıkta Dönüşüm Programı, DB raporlarında tasarlandığı gibi dört kollu bir yapı olarak uygulamaya konulmuştur. Bunlardan ilki 05. 2006. 5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın birleştirilerek sosyal güvenlikle ilgili tek bir kurumun oluşturulmasıdır. SGK’nın oluşturulmasının ardından 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” (SSGSSK) ile toplumun tamamının dahil edildiği Genel Sağlık Sigortası (GSS) uygulamaya konmuştur. Sağlık ocaklarının aile hekimliğine dönüştürülmesi reformun ikinci kolunu oluşturmaktadır. Reform projesinin üçüncü kolu, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmeti veren sağlık kurumlarının sağlık işletmesi haline getirilmesidir. Sağlık Bakanlığı’nın düzenleyici ve denetleyici bir rol kazandırılması yönündeki değişiklikler ise reformun son aşamasıdır

Konu o kadar çetrefilli ki üçüncü bölümde de işin içinden çıkamadık. Bu konuya devam edeceğiz.



Saygılarımla..

Mustafa Kemal Bektaş

KAYNAKLAR:
Deloitte Sağlık Çözümleri Merkezi - Sağlık ve İlaç Sektörü 2020 Öngörüleri
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Türkiye’de sağlık sisteminin temel sorunları
Harun KIRILMAZ Sağlık Bakanlığı, Ankara - Sağlık Sisteminin Sorunları ve Bilgi Teknolojileri
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Türkiye’nin sağlık sorunları ne tür bir sağlık bakanını gerekli kılıyor?
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Sağlık sisteminin temel sorunları sürüyor
Dr.İlhan Korkmaz. Ataevler A.S.M Nilüfer-BURSA – Aile hekimlerinin Sorunları
Dr. Nuri Seha Yüksel – Aile Hekimliği 2016
Yrd. Doç. Dr.Yasemin Mamur Işıkçı – Bir Kamu Politikası: Sağlık Politikasında Dönüşüm
Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği (OHSAD) – Sağlıkta Ortak Çözüm Toplantıları
Havva Öztürk Acıbadem Hastanesi -  Hastanelerde İşe Yeni Başlayan Hemşirelerin Sorunları
Murat Tuzcu - Net Gazetesi Hastanelerdeki sorunlar ve çözümleri
Dr. Ensar DURMUŞ - Acil Sağlık Sisteminin Sorunları

Öğrt. Gör. Aysun Yılmaztürk - Türkiye’de Sağlık Reformlarının Tarihsel Gelişimi ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın Küresel Niteliğinin Değerlendirilmesi

http://www.samsunhaber.com.tr/su-habere-bakin-tarim-ve-hayvancilik-ulkesi-degilmiydik-biz-makale,141.html

http://www.samsunhaber.com.tr/su-habere-bakin-tarim-ve-hayvancilik-ulkesi-degilmiydik-biz-makale,141.html

ŞU HABERE BAKIN. TARIM VE HAYVANCILIK ÜLKESİ DEĞİLMİYDİK BİZ? Şu habere bakın. Hep beraber Okuyalım: “Hayvancılık sektöründe dışa bağımlılık artarken, sığır ihracatında dünya ikincisi ve Avrupa lideri Türkiye, saman ithal ediyor. Bulgaristan'dan ithal edilen yaklaşık 4 bin ton saman İzmir Limanı'na geldi. Türkiye'nin Bulgaristan pazarına yönelmesi ile tonu 40 dolar olan saman 60 dolara kadar çıktı. Türkiye piyasasını yakından izleyen Bulgaristan'daki üreticiler, yerli saman fiyatının yükselmesi ve Türkiye'nin yoğun talebi üzerine fiyat yükseltti.”

ŞU HABERE BAKIN. TARIM VE HAYVANCILIK ÜLKESİ DEĞİLMİYDİK BİZ?

Şu habere bakın. Hep beraber Okuyalım:
“Hayvancılık sektöründe dışa bağımlılık artarken, sığır ihracatında dünya ikincisi ve Avrupa lideri Türkiye, saman ithal ediyor. Bulgaristan'dan ithal edilen yaklaşık 4 bin ton saman İzmir Limanı'na geldi.
Türkiye'nin Bulgaristan pazarına yönelmesi ile tonu 40 dolar olan saman 60 dolara kadar çıktı. Türkiye piyasasını yakından izleyen Bulgaristan'daki üreticiler, yerli saman fiyatının yükselmesi ve Türkiye'nin yoğun talebi üzerine fiyat yükseltti.”
Diğer habere geçelim:
“Yükselen et fiyatlarının önüne geçebilmek için ithalat silahı bir kez daha çekildi. Yüzde 10 gümrük vergisiyle 500 bin kasaplık canlı hayvan ithal edilecek”
İşte okudunuz bir tarafta %40’lık MTV zammı, bir tarafta Bulgaristan’dan getirilecek saman… Bulgaristan’dan getirilen samanlarla Romanya sığırını Türkiye’de besleyip satacağız.
Motorlu Taşıtlar Vergisi’nin %40 zammı ve diğer vergi artışlarıyla beraber ekonomideki çarkların nereye doğru nasıl hızlı döndüğünü izlemeye çalışıyoruz. Birde araya bir seneden fazla olmasına rağmen öne alınan 24 Haziran seçimleri var. Bu gidişe kimsenin aklının ereceğini sanmıyorum
Türkiye, sığır ihracatında dünya ikincisi ve Avrupa lideri idi. Yıllar önce Türkiye’nin Erzurum – Kars bölgesi yoğun yağış alan yerler olarak ülkenin et deposu olarak görülüyordu…! Şimdi ne oldu da  çarklar ters dönmeye başladı ?
Yine geçtiğimiz yıllarda akaryakıtın litre fiyatı için “5 lira psikolojik sınır” denmişti. Biz bu sınırı da aştık. Şimdi yakıt fiyatları aldı başını gitti. Dünyada varil fiyatları geçtiğimiz yıllarda 135 dolarlardan 30 dolara kadar düşmüştü. Tabi Ortadoğu ülkeleri, bunu ABD emriyle Rusya’nın ekonomisini çökertmek için yapmıştı. İşte bu düşen varil fiyatına rağmen Türkiye’de iktidar yakıtta gram oynatma yapmadı! Bugün eğer akaryakıtın %60’ı vergi olduğunu düşündüğümüzde insan ne oluyor? Nereye gidiyoruz diye sormadan edemiyor!
Dünyada en yüksek enflasyona sahip 19'uncu ekonomi haline geldik. Etiyopya, Liberya, Gana gibi ülkelerin enflasyonları bile bizden düşük. G-20 içinde en yüksek cari açığa sahip ülke biziz. Parası dolar karşısında en fazla değer kaybeden ülkelerin başında geliyoruz. Sıcak paraya tefeci faizi vermemize rağmen, o bile döviz kurunun ateşini kontrol edemiyor.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek de 2018 için 210 milyar dolar dış finansman ihtiyacımız olduğunu söyledi. Yani yılda 210 milyar dolar bulamazsak ekonomi çarklarımız dönmeyecek!
2008-2009'da yaşanan küresel krizde ekonomi büyük hasar aldı ama ülkemiz çabuk toparlandı. 2009'da yüzde 4,7 daralan ekonomi, 2010'da yüzde 8.5 büyüdü. Çünkü 2008-2009 krizinin hemen ardından gelişmiş ülke merkez bankaları piyasalara trilyonlarca dolar pompaladı. Bu paraların önemli bir kısmı bizim gibi gelişen ve yükselen ekonomilere aktı. Ama 2013 Mayıs ayı itibarıyla durum değişti. FED para musluğunu kapattı. Havuzda biriken suyu da çekmeye başladı. Su çekildikçe havuzdaki yüzücülerin kusurları da görünür hale geldi. Dolayısıyla bu yönüyle 2008'e göre 2018 Mayıs ayında olduğumuz şu günlerde sanırım daha az şanslıyız. Çünkü üretmeden tüketen bir ülke yolunda hızla gidiyoruz
  • 2015 yılında alınan biber tohumuna ödediğimiz para 2.1 milyon ve domates tohumuna ödenen para 9.8 milyon dolar.
  • 2010-2015 arasında 1,5 milyon büyükbaş ve 2,3 milyon küçük baş almışız (dışalım, ithalat) ve üzerine et almışız ve bunlar için 3.8 milyar dolar ödemişiz.
Domates, biber, mısır vs alayım diyorsun. Hibrit, GDO’lu… Yabancılar yapıyor sana veriyor ve diyorsunuz ki “ne güzel tarım ve hayvancılık ülkesiyiz”. Onun da tohumu yurtdışından. Doğurgan tohum kalmadı! Veteriner geliyor ve yabancı tohumu ineğe döllüyor. Tohum yurt dışından.Kendi tohumunu yetiştirmiyorsun. Tarım ilaçları yabancı, vitamin mineraller yabancı. Yetmiyor dışarıdan et alıyorsun, sebze ve meyve alıyorsun:
Çin’den kayısı, kuru sarımsak; İtalya’dan ıspanak, elma; Amerika’dan fındık ve badem; Güney Afrika’dan satsuma mandalinası; Şili’den üzüm ve elma; İran’dan karpuz ve lahana; Kostarika’dan kavun; İspanya’dan marul; Yunanistan ve ABD’den pamuk; Rusya, Almanya, Fransa ve Ukrayna’dan buğday; Fransa ve Hırvatistan’dan arpa; Mısır’dan pirinç, Ukrayna’dan mısır, Sri Lanka’dan çay, İtalya’dan bakla, Panama’dan muz, Meksika’dan nohut; Kanada’dan mercimek; Arjantin’den soya; Tayland’dan çeltik ve pirinç; Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru fasulye; Kanada’dan nohut ve yeşil mercimek; ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelye, Amerika ve Gürcistan’dan saman… şimdide Bulgaristan'dan saman; Ukrayna’dan  Singapur’dan inek ithali;  … v.s
Üreticiyi, Köylüyü toprağından koparırsak başımızdan her türlü ekonomik musibet eksik olmaz. Köylüyü, Çiftçiyi bir an önce topraklarına döndürmeliyiz.
Ekonomimizin köşe taşlarından bankaların özelleştirilmelerini durdurmalı hatta mümkünse millileştirmeliyiz. Aksi takdirde ekonomiye hükmetmemiz zor olacak.
Ülkemizde süratle toprak reformunu gerçekleştirmeliyiz. Avrupa Ülkelerinde olduğu gibi 5 dönümden az toprak paylaşımını paylaşıma kapatmalıyız. Hissedarlar aralarında halledemediğinde devlet değeri üzerinden satışa çıkartmalı değeri üzerinden hissedarlara paylaştırılmalıdır.
Tarım arazilerini amacı dışında kullanımlara kapatmalıyız. Hatta kullanıldığı takdirde ağır cezalar getirilmelidir. Kooperatifleşme ile birlikte köylüyü toprağına döndürmeye özendirmeliyiz.
Yoksa sonumuz hüsran olur..

Saygılarımla

Mustafa Kemal Bektaş

KAYNAKLAR:
Fatih Gökhan Diler- Özel sektörde yaşanan kriz senin benim borcumu artıracak
https://indigodergisi.com/2017/10/ekonomik-kriz-turkiye-2018/
Mustafa Kemal Bektaş-Ülkemizde İç ve Dış Gelir Kaynaklarında Savurganlık, Belediyelerin Düzensiz Harcamaları ve Ekonomide ki Kara Delikler
Mustafa Kemal Bektaş-İç ve Dış Göçler ve Bu Göç Hareketlerinden Samsun’umuzun etkilenmesi
Mustafa Kemal Bektaş-Ülkemizi Bu Ekonomik Problemlere Bu Sıcak para Getirdi? Peki Ama Bu Sıcak Para İle Biz Neyi Çözdük?
Mustafa Kemal Bektaş-Ülkemizde Üreticiyi Topraklarına Döndürmediğimiz Sürece Ekonomik Krizleri, Çalkantıları Asla Önleyemeyiz
Mustafa Kemal Bektaş-Unuttuklarımızdan Hatırlamaya Başlayalım.. Şu İ.M.F. meselesi.. İ.M.F. ye Borç Verdik mi? Vermedik mi? Bunca İç ve Dış Borç Nasıl Oluştu?
Mustafa Kemal Bektaş-Şehirleşmenin Bedeli Fakirleşen Köy, Köyleşen Şehir.. Peki Samsun Bunun Neresinde
Erdal Kişioğlu- Vergi artışları Türkiye’de bir ekonomik kriz işareti mi?
Emre Çetin-Ekonomik Krizden Çıkış Haritası
Ahmet Buğdaycı- Türkiye’de Kriz Mutlaka Patlayacak
TÜSİAD-2018 Yılına Girerken Türkiye ve Dünya Ekonomisi
Tekgıda-İş Sendikası-2008 Krizi Türkiye’de Yoksulluğu artırdı
https://www.ntv.com.tr/ekonomi/et-fiyatlari-dussun-diye-500-bin-canli-hayvan-ithal-edilecek,v9qPdsmga0qx91v1qogpMg
Dr. Mahfi Eğilmez: Türkiye'nin dış finansman kalitesini artırması mümkün değil; 2018, çelişkilerle biçimlenecek

Tuğrul BELLİ - Türkiye’nin gerçek büyüme oranı meçhul

18 Mayıs 2018 Cuma

https://www.kapsamhaber.com/ulkemizde-saglik-kurumlarinda-yapilanma-ve-saglikta-donusum-2-makale,1751.html

https://www.kapsamhaber.com/ulkemizde-saglik-kurumlarinda-yapilanma-ve-saglikta-donusum-2-makale,1751.html

http://www.samsunhaber.com.tr/sehirlesmenin-bedeli-fakirlesen-koy-koylesen-sehir-peki-samsun-bunun-neresinde-makale,140.html

http://www.samsunhaber.com.tr/sehirlesmenin-bedeli-fakirlesen-koy-koylesen-sehir-peki-samsun-bunun-neresinde-makale,140.html

ŞEHİRLEŞMENİN BEDELİ FAKİRLEŞEN KÖY, KÖYLEŞEN ŞEHİR.. PEKİ SAMSUN BUNUN NERESİNDE !... Aslında bu yazıları yazmak bana düşmezdi. Ne var ki dile getirecek olanların siyasi kimlikleri sorunları perdelemekten öteye geçemeyeceği için ifade etmeleri zor da olsa herkesin duygu ve düşüncelerine tercüman olmak açısından yazmayı uygun gördüm. Bir önceki yazılarımda yurt içi göç hareketleri hakkında bilgi vermiştim. İşte bu göç hareketleri ile hem şehir ve hem de kendi göçtükleri köyler bir çok sebepten ötürü menfi olarak etkilenmektedirler. Şöyle ki;

ŞEHİRLEŞMENİN BEDELİ FAKİRLEŞEN KÖY, KÖYLEŞEN ŞEHİR.. PEKİ SAMSUN BUNUN NERESİNDE !...



Aslında bu yazıları yazmak bana düşmezdi. Ne var ki dile getirecek olanların siyasi kimlikleri sorunları perdelemekten öteye geçemeyeceği için ifade etmeleri zor da olsa herkesin duygu ve düşüncelerine tercüman olmak açısından yazmayı uygun gördüm.
Bir önceki yazılarımda yurt içi göç hareketleri hakkında bilgi vermiştim. İşte bu göç hareketleri ile  hem şehir ve hem de kendi göçtükleri köyler bir çok sebepten ötürü menfi olarak etkilenmektedirler. Şöyle ki;
Kırsal kesimden gelenlerin geleneksel toplum yapısından çıkıp şehir hayatına girmeleri beraberinde telafisi mümkün olmayan sorunları da getirmektedir. Nitekim sosyologlarımız bu göçenlerin çoğunun toplum hayatına katılmayıp “ marjinal” kaldıklarını ve “fakirlik kültürü”  adı verilen bir hayat tarzı sürdüklerini tespit etmişlerdir.
Nitekim gecekondularla yapılan araştırmalarında göç edenlerinin çoğunun İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Samsun gibi büyük şehirlere göç ettikten hemen sonra seyyar satıcılık, at arabacılığı, hamallık, ayakkabı boyacılığı, apartman kapıcılığı, simitçilik, eskicilik, geri dönüşüm toplama işleri, dilencilik, çöpçülük, gibi ne sermaye ne de özel  bir beceri gerektirmeyen hizmet alanlarında çalışmakta ve ancak daha sonraki yıllarda imkan bulabilirse fabrika ve ya küçük işletme işçiliğine geçebilmektedir.
Şehirlere verilen eğitim hastane v.s kamu hizmetleri aynı oranda köylere de götüremediğiniz takdirde iç göç köylerden büyükşehirlere kaçınılmaz bir şekilde akacaktır.
Kırsal yerlerden kentlere doğru yönelen göç hareketleri kente yerleşen insanları bir kısım imkan ve fırsatlara mekansal olarak yaklaştırsa da, avantaj sağlasa da bazı ağır bedelleri bu göç edenlerle birlikte ülke ekonomisine ödetebilir.
Varını yoğunu yok pahasına satıp kurtuluş çaresi olarak gördüğü şehire geldiğinde ilk yerleşim parası olarak birikintisini harcamakta, umduğunu bulamadığında da dönüşte yaşayacak alan yokluğu çekebilmektedir. Hatta şöyle ki ev nüfusunun tamamı çalışarak anacak durabilmeleri mümkün olabilmektedir. El becerisi  yada meslek yoksunluğu nedeniyle kendisine uyan iş seçimini yapamadıklarından bir anada fakirleşebilmektedir. Son zamanlarda sosyal yardım vakıfları aracılığı ile yapılan yardımda bu yaraları sarmadığı gibi, her geçen gün bu yara daha da açılmakla birlikte çalışmadan hazır yiyicilik hortlamaktadır. Yine devlet arazilerine derme çatma gecekondu yaparak son derece barınma yönünden kalitesiz gecekonduların oluşması da örneklerde görüldüğü gibi artmaktadır.
Gecekondu bölgelerinde olsun, diğer bölgelerde olsun artan nüfus nedeniyle belediye hizmetlerinin ve alt yapı hizmetlerinin eksikliği nedeniyle de kalitesiz ve sağlıksız konutlar üretilmekte, bu konutlara eğitim, sağlık ve kültür hizmetlerinden yoksun olarak yetişen insanlar topluma uyumda zorluklarla karşılaştıkları gibi beşeri yeteneklerin oluşumu bakımından en olumsuz etkilere maruz kalmaktalar. Kent içinde kentten dışlanmış kültür biçimleri yaratan gecekondulaşma, kendilerine özgü giyim tarzları, tüketim alışkanlıkları ve eğlence biçimleri “kentlileşmiş köylü olmaktan çok köylüleşmiş kentte yaşayan köylüler” oluşmuştur.
Yine Orta Doğu bölgesindeki kapitalist ülkelerin petrol macerası sonucu ülkemize akan Irak ve Suriye’li göç dalgası da yerleşim şartlarını ve ülke ekonomisini de menfi etkilemiştir. Bu tür göç dalgalarında hedef göç edenlerin bir an önce ait oldukları ülkeye şartlarını islah ederek topraklarına geri yerleştirmek olmalıdır. Aksi takdirde kıt kaynaklarımız heba olabilecektir.
Köy şehri kuşatıp şehirleşemediğinden dolayı sosyalizm, özgürlük, beğeni, yaşama zevki, yaratıcılık, fikir üretimi, yeşil, mavi, eğitim, sağlık, trafik, mekan, kültür, sevgi, cinsellik, ses her şey iflas etmiştir. İnsanlığın köylülüğünden başka kaybedecek bir şeyi yoktur.  Arabesk müziğinin de kendisine uygun zemini, yani dinleyici tabanını ilk olarak bu kültürel çevrelerde bulması kültür boşluğu ve kimlik bunalımının bir sonucudur.
Şehirlere yönelik nüfus hareketlerindeki aşırı yoğunlaşma ile sanayinin rast gele yer seçimi, düzensiz yapılaşma, altyapı eksiklikleri ve yetersizliği ile kentsel çevrenin kalitesi bozulmaktadır. Merkezi idarelerden mahalli idarelere kaynak aktarımında da sıkıntıya yol açmaktadır.
Bu gün günümüzde bu saydıklarımızın bir çoğunu Samsun’da yaşamaktayız. Sadece Samsun değil hemen hemen büyük şehirlerin bir çoğunda da bu sorunlar yaşanmaktadır. Kısacası köyleşen şehirlerle karşı karşıya kaldığımız gibi, hayat standartlarımızda da bu durum sapmalara neden olmaktadır.

Bir başka yazımda tekrar buluşmak dileğimle…
Saygılarımla


Mustafa Kemal BEKTAŞ

BİZİM İNSANIMIZDA TUHAFLAŞTI. EN OLMADIK YERDE MÜSLÜMAN OLDUĞU VE MİLLİYETÇİLİĞİ AKLINA GELİYOR… ŞU SİSTEM MÜHENDİSLERİ İŞLERİNİ GAYET GÜZEL YAPIYORLAR.. Önceki günlerde İsrail’in Kudüs’te çoluk çocuk demeden bombalanması ile bir anda Türk olduğumuz, Müslüman olduğumuz aklımıza geliverdi. Buradan İsrail’i korkusuzca bu insanlık suçunu işlemelerinden dolayı şiddetle kınıyorum… Söz konusu günden beridir sosyal medyaya, yazılı ve görsel medyaya baktığımda ne zaman İsrail böyle bir halt etse klişeleşmiş eylem ve davranışlar, paylaşımlar anında ne hikmetse hazır. Hep aynı hep aynı. Toplumu kanalize eden, yönlendiren, öteleştiren sistem mühendisleri görevlerini mükemmel yapıyorlar.

BİZİM İNSANIMIZDA TUHAFLAŞTI. EN OLMADIK YERDE MÜSLÜMAN OLDUĞU VE MİLLİYETÇİLİĞİ AKLINA GELİYOR… ŞU SİSTEM MÜHENDİSLERİ İŞLERİNİ GAYET GÜZEL YAPIYORLAR..

Önceki günlerde İsrail’in Kudüs’te çoluk çocuk demeden bombalanması ile bir anda Türk olduğumuz,  Müslüman olduğumuz aklımıza geliverdi.  Buradan İsrail’i korkusuzca bu insanlık suçunu işlemelerinden dolayı şiddetle kınıyorum…
Söz konusu günden beridir sosyal medyaya, yazılı ve görsel medyaya baktığımda ne zaman İsrail böyle bir halt etse klişeleşmiş eylem ve davranışlar, paylaşımlar anında ne hikmetse hazır. Hep aynı hep aynı. Toplumu kanalize eden, yönlendiren, öteleştiren sistem mühendisleri görevlerini mükemmel  yapıyorlar. 

Bakalım ne eylemler planlanmış yapılmış:

·         İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mevlüt Uysal, İsrail'in zulmüne dur demek için yarın Yenikapı Meydanı'nda düzenlenecek, "Filistin Halkına Destek Mitingi" öncesi açıklamalarda bulundu.
·         İsrail'in Gazze'deki Katliamı, Kayseri Şeker İftar Sofrasında Lanetlendi
·         ESKİŞEHİR'de, üniversite öğrencilerinin kaldığı yurt binasına, pencere ışıklarıyla 'Kudüs' yazısı yazıldı.
·         Yine Yahudi malı ürünleri almayın kampanyaları başladı. Başta Coca Cola içilmesin !
Böyle uzayıp gidiyor….

Siyasi arenada ne olmuş ona bakalım:

·         Türkiye’nin İsrail’le yaptığı anlaşmaların iptalini isteyen önerge reddediliyor !
·         İsrail’e sadece Karabük’ten Ocak-Temmuz ayları içinde 2 Milyon 147 Bin Dolarlık çelik ihracatı yapıldı. Yani sizin anlayacağınız ölüm silahlarının çeliği yine bizden gitmiş !
·         Türkiye ile İsrail arasında imzalanan ve 1 Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşması’nı takiben, İsrail ile 2000 yılında 1 Milyar Dolar olan ticaret hacmimiz 2014 yılı itibarıyla 5,8 milyar ABD Doları ile maksimum düzeyine  çıkmıştır. 2017 yılı itibariyle de ihracatımız 3,4 milyar dolar, ithalatımız ise 1,5 milyar dolar olarak gerçekleşmiş dış ticaret hacmimiz ise 4,9 milyar dolar olmuştur. (Bknz: Ekonomi Bakanlığı İnternet Sitesi)

Ne oldu şimdi buna demezler mi “Bu ne perhiz! Bu ne lahana turşusu” diye. İsrail bunu hep yapıyor. Çünkü sermaye piyasası hep ellerinde.
Bizim Müslüman dünyamıza baktığımızda silahından tutun gıdaya ve hatta borç almaya kadar Yahudilere sürekli muhtaç olmuşuz.
Yada şöyle soruyu sormak gerek: Müslüman dünyası diyoruz ya hepsi bir biri ile kavgalı. En basiti haklı davamız Kıbrıs’ta ki soydaşlarımızı kurtarmak için 1974’teki harekâtımızı yaptık Libya hariç hepsi bu harekâta işgal dedi. Kıbrıs’ta K.K.T.C.’yi kurduk hiç birisi tanımadı. Yıllardır Sabra Şatilla, … kamplarında eğitim gördüler ve bizim büyükelçilerimizi katlettiler.
Ve yine Abdullah Öcalan'dan Kani Yılmaz'a kadar tüm pkklılar Filistin Kurtuluş Örgütü ve Yaser Arafat'ın kendileri için özel bir önemi olduğunu söylüyorlardı. pkk kampının lojistik sorumluluğunu üstlenen Osman Öcalan pkk kampından bahsederken "Burası eski bir Filistin kampı, bize de Filistin Kurtuluş Örgütü tahsis etti. Kuruluşumuzdan beri büyük desteğini gördük, görmeye de devam ediyoruz" diyordu.
Peki bu nasıl bir dostluk? Nasıl bir Müslümanlık, nasıl bir Müslüman halk dayanışması diye sormamız gerekmez mi? Bu dostluğu bir bizmi hatırlayacağız!
Varsayalım ki Müslüman dünyası bir ulu çınar olsun. Bu çınarın biz neresindeyiz? Bu çınar da bizi kabul ettiler mi? İngilizlerle bir olup Libya’da, Trablusgarp’da, Arabistan’da, Irak’ta, Suriye’de bizim askerlerimizi katletmediler mi?
Kabenin anahtarları bizdeydi. Medine müdafaası sırasında karşı karşıya geldiği İngiliz ajanı Lawrence tarafından “Çöl Kaplanı” olarak tanımlanan Fahrettin Paşa  gözyaşları içinde son kez Peygamberimizin kabrini ziyaret ederek dua etmiş, kılıcını İngilizlere teslim etmeyip Peygamber Efendimizin kabrinin başına bırakmış ve oradan ayrılmamış, “Bayrağımı burçlardan indirtmem, Efendimizi bırakmam” diye haykıran ve İngilizlere teslim olmayan Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa, sonunda, kendi subaylarının ani bir baskınıyla Hz. Peygamber’in kabrinden cebren çıkarılabilmiştir. Biz böyle bir müslümanız işte. Her Arapı da saf müslüman zannetmeyin !

Şimdi olaya yine  başka boyuttan  bakmaya devam edelim:

Öyle bir ucuz şövönizm yapıyoruz ki! Efendim Coca Cola içmeyelim. Ariel kullanmayalım! .. Kime ne? İster iç!, isterseniz kullanmayın! Kime yapıyorsunuz? Kime zarar veriyorsunuz? Kendimize zarar veriyoruz haberleri yok.
Bu vatandaşlara devletimiz izin vermiş. Sermayesi ile gelmişler. Vergisini veriyorlar. Ambalajlamadan, dağıtımına kadar bu sektörlerde bizim insanlarımız çalışıyor. Para kazanıyorlar. İçmezsen, kullanmazsan adamda kapatır fabrikasını çeker gider. Peki bu işsizlik ortamında binlerce çalışanımız işsiz kalacak onu düşünen yok. Ağzı olan konuşuyor..

Şimdi de olayı tam bam telinden tam açalım:

Cumhuriyet tarihinde en büyük borç içindeyiz. Aldığımız dış borçların kaynağında yine bu adamlar var. Bu borçlanmadan kaynaklı olarak seçimler bile bir seneden fazla olmasına rağmen 24 Haziran’a alındı.
Yakın zamanda Ülkemizde Şeker Fabrikalarının satışı başladı. Cargill firması ülkemizde. Her türlü gıdanın içinde. Üstelik G.D.O.lu ürünleri bir güzel halkımıza satıyor. Şeker fabrikalarının satışında da etkin rol oynadığı ticari piyasalarda söyleniyor. Ona neden sesleri çıkmıyor ona bir anlam veremedim?

Bakalım nelerimiz milli nelerimizi yabancılara satmışız:

* Kuşadası Limanı:2.7.2003 tarihinde 24 milyon 300 bin dolara Siyonist Sami Ofer’e verildi.
* Zeytinburnu Limanı: Paravan şirketler aracılığıyla Siyonist Sami Ofer’e satıldı.
* Türk Telekom Araplar'a
* Telsim İngilizler'e
* Araç muayene işi Almanlar'a
* Başak Sigorta Fransızlar'a
* Adabank Kuveytliler'e
* Avea Lübnanlılar'a
* PetkimAzeriler'e
* Tekel'in İçki Bölümü Amerikalılar'a
* Tekel'in Sigara Bölümü ABD ve İngilizler'e
* Finansbank Yunanlılar'a
* OyakbankHollandalılar'a
* Denizbank Belçikalılar'a
* Türkiye Finans Kuveytliler'e
* TEB Fransızlar'a
* Cbankİsrailliler'e
* MNG Bank Yunanlılar'a
* Dışbank Hollandalılar'a
* Şekerbank Kazaklar'a
* Yapı Kredi'nin yarısı İtalyanlar'a
* Turkcell'in yarısı Finliler ve Ruslar'a
* Beymen'in yarısı ABD'lilere
* Enerjisan'ın yarısı Avusturyalılar'a
* Garanti'nin yarısı Amerikalılar'a
* Eczacıbaşı İlaç Çekler'e
* İzocam Fransızlar'a
* Demir Döküm Almanlar'a
* DöktaşFinli’ye
* POAŞ Avusturyalılar'a
* Migros İngiliz’e
* TGRT (Fox) Amerikalı’ya..
Uzayıp devam ediyor…
Bakın ülkemizin para kaynaklarının yarısından çoğu yabancıların eline geçmiş durumda. Dolayısıyla enflasyonu v.s para politikalarınızı yapmamz imkansız gibi ..
Devam edelim:
·         Bebek mamasının %90’ı yabancıların… Group Danone başı çekiyor.
·         Bira pazarının yarıya yakını yabancıların. 2 milyar dolarlık hacmi olan bu pazarı, Efes Pilsen, bir İsrail firması ile paylaşıyor.  
·         Sıvı yağlarda Suudi Arabistan’ın SavolaGroup adlı firması başı çekiyor. Ayçiçek Yağı pazarının %40’ına bu Suudi firması egemen. Yağ Sanayinde kurulu kapasitenin %65’i, pazarın da %80’i yabancıların elinde.
·         Hazır kahvede belirleyici ve egemen olan Nestkafe, pazarın 2/3’ü ondan soruluyor.
·         Çikolatanın egemeni Ülker, şekerleme sektörünün devlerinden biri olan Kent Gıda ise Schwepps’e satıldı.
·         Türkiye’nin fındık devi Oltan Gıda, , Nutella ve Kinder’in üreticisi İtalyan çikolata devi Ferrero Grubu’na satıldı. 2002 yılından bu yana fındıkta ihracat şampiyonu olan, son 500 büyük sanayi kuruluşu araştırmasında 55. sırada yer alan Oltan Gıda’nın Türkiye’nin en büyük fındık alıcısı olan Ferrero’ya satılması dünya fındık ve çikolata piyasasında dengeleri değiştirdi. 
·         Gıda perakendeciliğinin dört büyük tekeli de yabancı. Carefoursa, Migros, Metro ve Tesco; Fransız, Alman ve İngiliz kökenli firmaların elindedir..
·         Uluslararası firmalar Mintax, Tursil, Persil, Alo, Hacı Şâkir ve Omo’yu satın alarak deterjan piyasasını el geçirdiler.
·         Süt Ürünleri piyasasını 6 büyük şirket denetliyor. Danone yine başrollerde..

Buda böyle uzayıp gidiyor..

Şimdi sormamız gerekmez mi neyimiz kaldı bize ait milli olan. Birde “Armutun sapı, üzümün çöpü” der gibi, dalga geçer gibi Coca Cola içmeyin, Ariel kullanmayın !
Bakın yukarıda yazdım bu kuruluşların yada sermayeleri Yahudilerin haydi onu da siz bulun…
Affedersiniz buna “Başkasının parası ile hovardalık yapmak” derler Türkçe tabirimizle. Hakikaten sistem mühendisleri bu toplumu dilim varmıyor ama “Türk ve Müslüman” kimliğinden koparmış gibi…

Saygılarımla..


Mustafa Kemal Bektaş

http://www.samsunhaber.com.tr/bizim-insanimizda-tuhaflasti-en-olmadik-yerde-musluman-oldugu-ve-milliyetciligi-aklina-geliyor-su-sistem-muhendisleri-islerini-gayet-guzel-yapiyorlar-makale,139.html

http://www.samsunhaber.com.tr/bizim-insanimizda-tuhaflasti-en-olmadik-yerde-musluman-oldugu-ve-milliyetciligi-aklina-geliyor-su-sistem-muhendisleri-islerini-gayet-guzel-yapiyorlar-makale,139.html

16 Mayıs 2018 Çarşamba

ŞU JAPONLAR ENTERESAN İNSANLAR… JAPON AHLAK ANLAYIŞI.. Pek çok din vardır; fakat sadece bir tek ahlak vardır. John Ruskin Ahlak nedir önce ona bakalım: insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. Ya da kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan niteliklerdir. Japon Ahlak Anlayışı Çağlardan beridir ahlak anlayışı, kültürlere ve toplumlara göre farklılık gösteriyor. Örneğin ülkemizde sokakta öpüşen bir çift gören bazı bireyler, ahlak elden gidiyor diye yaygara koparırken aynı anda sokağın bir başka köşesinde bir cinayete tanıklık etseler görmezden geliyorlar. O yüzden bizimki gibi ülkelerde sevişmek, adam öldürmekten daha ayıp sayılıyor. Yada adam hırsızlık yapıyorsa o bile normal karşılanıyor. Japonya’da bir doğal afet olduğunda (üstelik bu afetlerin boyutları azımsanacak gibi değil) hiçbir Japon, ne marketleri, ne mağazaları yağmalamıyor. Boşalan evleri soymuyor. Stok yapmıyor. Bankaları soymuyor. Markette 2 ürün kalmışsa ikisini de satın almıyor, diğerini bir başkası alsın diye bırakıyor. Birde bunu bizim ülkemizde olduğunu düşünmek dahi istemiyorum.

ŞU JAPONLAR ENTERESAN İNSANLAR… JAPON AHLAK ANLAYIŞI..


Pek çok din vardır; fakat sadece bir tek ahlak vardır. John Ruskin

Ahlak nedir önce ona bakalım: insanın doğuştan getirdiği ya da sonradan kazandığı birtakım tutum ve davranışların tümü. Ya da kişide huy olarak bilinen nitelik; iyi ve güzel olan niteliklerdir.

Japon Ahlak Anlayışı
Çağlardan beridir ahlak anlayışı, kültürlere ve toplumlara göre farklılık gösteriyor.
Örneğin ülkemizde sokakta öpüşen bir çift gören bazı bireyler, ahlak elden gidiyor diye yaygara koparırken aynı anda sokağın bir başka köşesinde bir cinayete tanıklık etseler görmezden geliyorlar. O yüzden bizimki gibi ülkelerde sevişmek, adam öldürmekten daha ayıp sayılıyor. Yada adam hırsızlık yapıyorsa o bile normal karşılanıyor.
Japonya’da bir doğal afet olduğunda (üstelik bu afetlerin boyutları azımsanacak gibi değil) hiçbir Japon, ne marketleri, ne mağazaları yağmalamıyor. Boşalan evleri soymuyor. Stok yapmıyor. Bankaları soymuyor. Markette 2 ürün kalmışsa ikisini de satın almıyor, diğerini bir başkası alsın diye bırakıyor. Birde bunu bizim ülkemizde olduğunu düşünmek dahi istemiyorum.
Devletlerinin dağıttığı yardımları stoklayıp, ihtiyacı olanlara fahiş fiyatlarla da satmıyorlar. Ölüyü soymuyorlar. Felakette ölen insanların cesetlerini naklen yayın araçlarıyla yayınlamıyorlar, gösterişli olsun diye devlet büyüklerinin katıldıkları cenaze törenleri düzenlemiyorlar. Sadelikle, samimiyetle ve en önemlisi saygı ile defnediyorlar ölülerini dahi.
Katolik Hıristiyanlar, Japonların Hıristiyan olmadıkları halde nasıl bu kadar ahlaklı olduklarını sorguluyorlar. Japonların bir dini inançları ve din kitapları yok. Ahlakın din ile sağlanamadığına en önemli örnek işte bu.

Bir de aksi taraftan bakalım, 1.5 milyar İslam coğrafyasında toplumsal ahlakın boyutu nedir? Duyarlılık, paylaşımcılık, hassasiyet nerededir?

Terör neden en çok İslam coğrafyasında yaygındır?

Bunu sorguladığınızda ilk yapılacak eylem sizi “din düşmanı” olarak suçlamaktır. Ama nedense hiç kimse inandığı dinin ve hatta bütün dinlerin ilk öğretisinin ahlak-hoşgörü ve paylaşımcılık olması gerekirken, neden böyle olmadığını düşünmez.

Kendisini asla eleştirmez. “Ahlak konusunda en çok ahkâm kesenler, en ahlaksız olanlardır” kuramı da kendini böyle doğruluyor. Bu tür insanların ahlak anlayışları, diğerlerinin özel yaşamını irdelemekten ibarettir. Başkalarına namus bekçiliği yapan kişiler, dul kadınları en çok rahatsız eden tiplerdir.

Kur’an-ı Azimüşşan’da Allah’ü Zülcelal Hazretleri Emri bil maruf nehyi anil münker” yani benim yap dediğimi yapın, yaparsanız sizi Cennetime koyarım, yapma dediğimi yaparsanız sizi Cehennemime koyarım diye emreylediği halde maalesef ısrarla ve inatla suç işlenmeye devam edilmektedir.

“ Erkek ve kadın bütün mü’minler birbirlerinin dostları ve velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunları Allah rahmetiyle yargılayacaktır. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir. ( Tevbe:71)

Yüce Yaradan bundan daha açık başka ne emredecekti !

 

Biz konumuza kaldığımız yerden devam edelim.


Gelelim yeniden Japonların ahlak öğretisine;
Japon ahlakının temeli, günah ve günah anlayışından kaynaklanan korkuya değil, çevreden utanma duygusuna dayanır.
İşin bir de bu boyutu var, dünyada atom bombası yemiş bir başka millet yok. Yaşadıkları savaş, açlık, yoksulluk, hastalık ve sakatlıklar onların ahlak anlayışına zarar verememiş. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir olgudur.
Japon devlet adamı, işini layıkıyla yapamadığında, yüz kızartıcı suçla itham edildiğinde, kendisi görevdeyken, birimine bağlı bir yerde bir işçi kaza eseri öldüğünde o adam acı içinde intihar ediyor. Çünkü utanıyor. Zaten ahlak “utanmayı” bilmektir.
Japonların dini “Şintoizm”dir…
Japonya’nın yerel dini olan Şintoizm, Japon kültürünün ayrılmaz bir parçasıdır. Şintoizm M.S 300 ile 600 yılları arasında ortaya çıktı. En önemli tanrısı güneş tanrıçası olarak da bilinen Amaterasu‘dur. Amaterasu’nun torunlarının Japonya’yı birleştiren İmparator ve onun soyundan gelen ailesi olduğuna inanılır. Yani İmparator ve ailesi aslında yarı tanrı olarak görülür.  Ben  Şintoizmi övecek değilim. Var olan bir gerçek varsa Allah’u Zülcelal Hazretleri vardır. Ondan başka tek bir ilah yoktur.
Şintoizm’de Peygamberleri, cennetleri-cehennemleri yoktur. Japonların inanç ve ahlak anlayışı; bu dünyada, diğer insanların gözündeki imajı esas alır…
Yani korkuya değil, utanma duygusu temeline dayanır…Utanma duygusundandır; o özveri, düzen, disiplin, saygı…
Peki bu hasletler bizim dinimizde, kitabımızda varken Müslümanlığa inananlar da neden olmuyor.?
İyi olmak için Müslüman olmak şart değil ama Müslüman olmak için Allah’ın c.cemri gereği iyi olmak şart….

Saygılarımla

Mustafa Kemal Bektaş



http://www.samsunhaber.com.tr/su-japonlar-enteresan-insanlar-japon-ahlak-anlayisi-makale,138.html

http://www.samsunhaber.com.tr/su-japonlar-enteresan-insanlar-japon-ahlak-anlayisi-makale,138.html

15 Mayıs 2018 Salı

https://www.kapsamhaber.com/saglik-kurumlarinda-yapilanma-ve-saglikta-donusum-1-makale,1746.html

https://www.kapsamhaber.com/saglik-kurumlarinda-yapilanma-ve-saglikta-donusum-1-makale,1746.html

ÜLKEMİZDE SAĞLIK KURUMLARINDA YAPILANMA VE SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM…… -1- 1991 seçimlerinde Süleyman Demirel, seçim meydanlarında, binlerce vatandaşa, seçim vaadi olarak, seçim otobüsü üzerinde yeşil kartı gösterip, “Bu yeşil kartı gösterince, hastane kapılarında beklemek yok. Ananın adı ne, babanın adı ne diye soran yok. Geç git içeri, geç git içeri” diyordu. Bu seçim vaadi Demirel’in ve partisi Doğru Yol’un işine yaramıştı. Ancak daha sonra Ergenekon davasından tutuklanan daha sonra CHP Milletvekili seçilen ve bir süre hapis yattıktan sonra yeniden Meclis’e giren Prof. Mehmet Haberal, yeşil kartın mimarının kendisi olduğunu söyledi. Başkent Üniversitesi Kurucu Rektörü ve CHP Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal, kendisini hastanede yatarken ziyarete giden CHP’li arkadaşlarına yaptığı açıklamaya göre olay şöyle gelişmişti:

ÜLKEMİZDE SAĞLIK KURUMLARINDA YAPILANMA VE SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM…… -1-
1991 seçimlerinde Süleyman Demirel, seçim meydanlarında, binlerce vatandaşa, seçim vaadi olarak, seçim otobüsü üzerinde yeşil kartı gösterip, “Bu yeşil kartı gösterince, hastane kapılarında beklemek yok. Ananın adı ne, babanın adı ne diye soran yok. Geç git içeri, geç git içeri” diyordu. Bu seçim vaadi Demirel’in ve partisi Doğru Yol’un işine yaramıştı. 
Ancak daha sonra Ergenekon davasından tutuklanan daha sonra CHP Milletvekili seçilen ve bir süre hapis yattıktan sonra yeniden Meclis’e giren Prof. Mehmet Haberal, yeşil kartın mimarının kendisi olduğunu söyledi.
Başkent Üniversitesi Kurucu Rektörü ve CHP Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Haberal, kendisini hastanede yatarken ziyarete giden CHP’li arkadaşlarına yaptığı açıklamaya göre olay şöyle gelişmişti:
“Çok kişi bilmez ama bugün sağlık sisteminden kaldırmaya çalışılan yeşil kart uygulamasının mimarı benim. Cebimde 13 Ekim 1991 tarihli 002 nolu yeşil kart hala duruyor. Bir nolu kart ise 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dedir. Kartı sembolik olarak hazırladık, Demirel’in fotoğrafını bile kartına ben yapıştırdım” diye beyanat vermiştir.
Şimdi size bu bilgiyi neden veriyorum açayım:
Sosyal güvencesi olmayan ve maddi durumu yetersiz olan vatandaşların sağlık giderlerini karşılamak için 1992 yılında dönemin Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna’nın tanıtımıyla başlatılan uygulama, fakirliğin yoğunlaştığı Doğu ve Güneydoğu’daki illerde büyük rağbet gördü. 1995 yılında 1.7 milyon kişi yeşil kart sahibiyken, bu sayı 2010 yılında 10 milyon kişiyi aştı. Ancak, gelir ölçütünün tam tespit edilememesi nedeniyle kötüye kullanımların artması sonucu hükümetler çok sayıda yeşil kartı iptal etti. Nihayet hükümetin Sağlıkta dönüşüm uygulaması ile 31.12.2011 tarihinde bu uygulama son bulmuştur Kaynaklarımız maalesef böyle sağını solunu, getirisini, götürüsünü düşünmeden popülist politikalarla heba edilmiştir. Bu Yeşil kart ve muhtelif uygulamalar işi ta nerelere getirdi size açayım.
Öyle sanıldığı gibi hükümetler Sağlıkta reformları biz yaptık diye hayıflanmasınlar. Halkımıza gerçeği söyleyemezsiniz ama kapitalist dünyada size gerçeği saklatmazlar, dayatırlar. Ülkemize Sağlıkta dönüşüm uygulamaları kapitalist ülkelerce dayatılmıştır. Aksi takdirde ekonomimizin ayakta kalması için, borç talebi için mecburen onlara başvurmak zorundayız. Yoksa bir taraftan sağlıkta bir çok hizmete ek fark alınırken bir taraftan da toplumun büyük kesimine yardım paketleri dağıtmak akıllıca bir iş midir?
Dünya kurulduğundan beridir en köklü tarihi geçmişi olan bir millet topluluğuna sahibiz. Kapitalist bir dünyada vatandaşlarınızı bir sonraki asırlara sağlıklı bir şekilde ulaştıramıyorsanız ülke olarak sonunuz geldi demektir. Savaşla elinizden alınamayan topraklar bir bakmışsınız ki elinizden kayıp gitmiş. Böyle bir dünyada devlet olarak köklü bir şekillenmeye her an ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer bunu beceremiyorsanız debelenmenize gerek yoktur. Teslimiyet bayrağını peşinen çekmeniz gerek.  Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki bu topraklar bereketli ve bir o kadar da yer üstü yer altı zenginliklerine hâkimiz. Tarih boyunca her milletin bu topraklarımızda gözü olmuştur. Yoksa Amerika’nın, Rusya’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, İtalya’nın bilumum yedi düvelin Kurtuluş savaşı öncesi ve sonrasında bu topraklarda ne işi vardı!.
Türk milleti kadar devletçi bir zihniyete sahip bir millet yoktur. Zaman zaman yönetimdeki boşluklarımız, zafiyetimiz olsa da yinede bir şekilde toparlandık. Son yıllarda yine kamu hizmetlerinde yeniden neoliberal yapılandırma süreçleri 1980’lerden itibaren Ülkemizde etkisini göstermeye başlamış, sağlık sektörü de diğer sektörler gibi bu süreçten etkilenmiştir. Sağlık sistemini neoliberal çizgide dönüştürmeye yönelik atılan en ciddi adım 2000’li yılların başında olmuştur. 2003 yılında başlatılan ve halen devam etmekte olan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın, 1980’lerde başlayan sağlık sistemini neoliberal çizgide dönüştürme projesinin en kararlı, en kapsamlı ve bir ölçüde de gecikmiş en son aşamasıdır.
Sağlık politikasında yaşanan bu dönüşüm, hem hizmet sunucuları hem vatandaşları hem de politik sistemi yakından etkileyecek ekonomik ve toplumsal birçok soruna neden olacak gibi görünmektedir.Kamu politikası, ilk bakışta sadece hükümetin uygulamayı amaçladığı hedefler veya icraatlar olarak algılansa da aslında, hükümetler üstü bir anlamla, bütün (kamu) kurumlarıyla devletin hedeflediği ve uygulamaya koyduğu plan, program ve strateji olarak düşünülmelidir.
Kapitalist üretim biçiminin uygulandığı toplumsal düzenlerde sağlık hizmeti kapitalistlerin üretim için gereksinim duyduğu sağlıklı emek gücünü sağlama görevini üstlenir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Alma-Ata Bildirisi anlayışı devletlerin sağlık alanında etkin rol üstlenmesine neden olmuştur. Piyasa mekanizması kurallarının işletildiği sağlık hizmetleri yönetimi, Britanya Ulusal Sağlık Hizmetleri (NHS) Reformunun 1991’ de uygulanmasından sonra hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde birbiri arkasınca uygulanmaya başlanmıştır.
Avrupa’da başlayan ve dünyada yaygınlaşan sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi ve piyasalaşması süreci uzun zamandır Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. 1970’li yılların sonunda kar oranlarının düşmesi nedeniyle başlayan ekonomik krizi aşmak için uluslararası alana taşma isteği sonucu gündeme gelen neoliberal politikalar IMF ve Dünya Bankası (DB)ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından gündeme getirilmiş ve desteklenmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin sağlık sektöründe piyasa odaklı reform hareketlerini tetikleyen unsurların başında da, bu kurumlardan gelen taleplerin etkisi rol oynamaktadır. Bu dönemde IMF, DB ve DTÖ, özellikle gelişmekte olan ülkelerin yapısal dönüşümünde önemli rol oynamıştır. Nitekim bu uluslararası mali kuruluşlar, yüksek dış borçlar ve ödemeler dengesindeki yüksek açıkları olan bu ülkelere siyasi ve yönetsel yapılarını piyasa talepleri yönünde dizayn etmeleri karşılığında kredi vermişlerdir. Karşılığında da söz konusu bu ülkeler yönetsel ve siyasal yapılanmalarında sermaye yatırımlarına izin verecek değişiklikleri gerçekleştirmişlerdir.
Böylelikle ülkelerin sağlık politikaları da bu değişimden etkilenmiştir.
1990’lı yılların başında toplanan I Ulusal Sağlık Kongresinde Aile Hekimliği, Genel Sağlık Sigortası (GSS) ve hastanelerin özelleştirmeye uzanacak şekilde özerkleştirilmesi yönünde öneriler ileri sürülmüşse de grup tartışmaları sonucunda, bunlardan aile hekimliği reddedilmiş, genel sağlık sigortası kabul edilmiş, hastaneler konusunda ise özelleştirmeyi dile getirmeyen özerkleştirme önerisi geliştirilmiştir.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Hizmetler Ticaret Konseyi’nin 1999’da yapılan toplantısında da, kamu sağlık hizmetlerinin serbest ticaret kurallarından muaf tutulması talepleri karşısında, konsey tarafından sağlık alanında özel sektör uygulamalarının yaygınlaştırılması yönünde karar verilmiştir.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti programında da DB’nın önerileri doğrultusunda, “koruyucu ve temel sağlık hizmetlerinin yurt düzeyinde yaygınlaştırılacağı, birinci basamak sağlık hizmet birimlerinin güçlendirilmesi bağlamında Aile Hekimliği uygulamasına geçileceği, sağlık hizmeti sevk zinciri içinde sunulacağı, sağlık kuruluşlarında performansa göre ücret belirleneceği, sözleşmeli personel istihdamına gidileceği, GSS’nın aşamalı olarak yaygınlaştırılacağı açıklanmıştı
DB 2002 Türkiye Sağlık Raporu’nda, Türkiye’nin kendi düzeyindeki ülkelere kıyasla sağlık durumunun daha kötü olmasının nedenlerini; “kaynakların verimli ve eşit bir şekilde tahsis edilememesi, yöneticiler ve sağlık personeli için yeterli teşvik olmaması, sağlık hizmetleri sunumunun parçalı yapıda olması, özel sektörün potansiyelinin tam olarak anlaşılamamış olması, su kullanma, eğitim gibi sağlığın güçlü belirleyicilerinin herkese eşit olarak sunulamaması” olarak göstermiştir.
Bu tespitlerden sonra DB, Mart 2003 tarihli ‘Türkiye: Yaygınlığı ve Verimliliği İyileştirmek Amacıyla Sağlık Sektöründe Yapılan Reformlar’ adlı raporunda Türkiye’nin sağlık sisteminin yapılandırılması için bazı isteklerde bulunmuştur. Bunlar; sosyal güvenlik örgütlerinin birleştirilmesi, genel sağlık sigortasının kurulması, kamu hastanelerinin özerkleştirilmesi, sağlık ve çalışma bakanlıklarının hizmet sunumundan çekilmesi, Aile Hekimliği uygulamasına geçilmesi olarak sıralanabilir.
Türkiye ise bu önerileri karşılıksız bırakmamış, IMF’ye verilen 5 Nisan 2003 tarihli niyet mektubunda IMF Direktörü Horst Köhler’e hitaben şu ifadeleri kullanarak DB’ndan gelen taleplerin karşılanacağını taahhüt etmişti; ''2003 yılı sosyal güvenlik tedbirlerimizin uygulanması için yasal zemin sağlamak amacıyla SSK, İş-Kur ve Bağ-Kur'a ilişkin kanuni düzenleme, 2003 yılı Nisan ayı sonuna kadar yürürlüğe girecektir'' ifadesi yer alan mektupta, şöyle devam edilmiştir. ''Üç sosyal güvenlik kuruluşunun tek bir çatı altında toplanması amacıyla hazırlanacak yeni çerçeve kanun, 2003 yılı sonuna kadar yürürlüğe alınacaktır. (Kanunla, aynı zamanda her bir fonun orta vadeli sürdürülebilirliğini temin edecek temel reformlar da yürürlüğe girecektir). Sağlık sigortaları ve emekli aylığı dışındaki transferler, de ayrı kurumlara devredilecektir.”
Görüldüğü gibi sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ile ilgili problem,Türkiye’nin iç dinamiklerinden çok DTO, IMF ve DB’nın yönlendirmeleri sonucu gündeme getirilmiş ve sürekli olarak gündemde tutulmuştur. Dış dinamikler tarafından gündeme getirilen bu problem iç siyaset ortamında da sürekli olarak ifade edilmiştir. Problem bu şekilde gündeme getirildikten sonra politikanın formulasyon süreci başlamıştır.
Dış baskılar sonucunda hükümete kalan sadece evet demek kalmıştır. Aksi takdirde bu yapısal sorunları çözmedikçe borçlarınızı ötelemek amacıyla kredi kullanmamız adeta imkansız hale gelmiştir.
Ülkemizin sağlıkta dönüşüm planı, olarak parlatılan projenin ülkemizde adım adım nasıl uygulamaya konulduğunun hazin öyküsü budur. Sağlıkta dönüşüm aslında “Kaynaklarımız çarçur olduğundan dolayı devletimizin yapması gereken yatırımların özel sektörün sermayesini kullanarak yapılması, sermaye piyasalarına, özel sektöre kaynak, rant açmaktan” başka bir şey değildir.
Bu konuya tekrar devam edeceğiz.
Saygılarımla..

Mustafa Kemal Bektaş

KAYNAKLAR:
Deloitte Sağlık Çözümleri Merkezi - Sağlık ve İlaç Sektörü 2020 Öngörüleri
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Türkiye’de sağlık sisteminin temel sorunları
Harun KIRILMAZ Sağlık Bakanlığı, Ankara - Sağlık Sisteminin Sorunları ve Bilgi Teknolojileri
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Türkiye’nin sağlık sorunları ne tür bir sağlık bakanını gerekli kılıyor?
Prof.Dr. Paşa Göktaş - Sağlık sisteminin temel sorunları sürüyor
Dr.İlhan Korkmaz. Ataevler A.S.M Nilüfer-BURSA – Aile hekimlerinin Sorunları
Dr. Nuri Seha Yüksel – Aile Hekimliği 2016
Yrd. Doç. Dr.Yasemin Mamur Işıkçı – Bir Kamu Politikası: Sağlık Politikasında Dönüşüm
Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneği (OHSAD) – Sağlıkta Ortak Çözüm Toplantıları
Havva Öztürk Acıbadem Hastanesi -  Hastanelerde İşe Yeni Başlayan Hemşirelerin Sorunları
Murat Tuzcu - Net Gazetesi Hastanelerdeki sorunlar ve çözümleri
Dr. Ensar DURMUŞ - Acil Sağlık Sisteminin Sorunları
Öğrt. Gör. Aysun Yılmaztürk - Türkiye’de Sağlık Reformlarının Tarihsel Gelişimi ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın Küresel Niteliğinin Değerlendirilmesi

Mustafa Kemal Bektaş - Ülkemizde İç ve Dış Gelir kaynaklarında Savurganlık, Belediyelerin Düzensiz Harcamaları ve Ekonomide ki Kara delikler,