İSLAM DİNİ HAKKINDA… “NE VARSA İÇİNDE “….. MUSTAFA KEMAL BEKTAŞ
Alemlerin tek Rabbi ve Hamd’ü Sena’nın sadece ona mahsus
olduğu Allahü Hak Teala’ya sonsuz kere Hamd’ü Sena olsun ki sonunda bana da bir
eser yazmayı nasip etti…
Fahri Kainatın efendisi Hz. Muhammet Mustafa S.A.V.
efendimize de sonsuz kere Salatüs Selam olsun….
Bu yazımda
isminden de anlaşılacağı üzere …. Ne
varsa İçinde….. sizlere sunmaktan onur duyuyorum. Dualarımız tüm sevdiklerimiz
için eksil olmasın. Saygılar. Mustafa Kemal Bektaş
Kûtu’l-Kulûb’de
fakihlere karşı yöneltilmiş bazı tavsiye ve tenkitlere de mevcuttur. Fukahanın kalplerini
ıslah etmelerini, amellerinde ihlaslı olmalarını ve Allah’la ilgilerini
güçlendirmeleri gerektiğini savunan Ebu Talib, şöyle demektedir:
“Fakat bu fakihler fetva, hüküm ve kaza ile meşgul olurlar,
vakitlerini boşa geçirirler. Bunlar başkalarını ıslah etmenin kendi nefislerini
ıslah yerine geçmeyeceğini bilmezler. Akıllı kişi, her şeyden önce hâlini
düzeltmeye, akıbeti için azık hazırlamaya özen gösterir. Ama bu kimseler,
insanların rızasını Allah’ın rızasına tercih ederler. Şayet bu kimseler,
ilimleriyle Allah’ın rızasını, sünnetin yayılmasını ve müslümanların salahını
kastetmiş olsalardı, bu daha iyi olurdu. Fakat fıkıhla meşguliyetlerinin
arkasındaki gizli etken riyadır, riyaset sevgisidir...”
Ebu
Talib el-Mekki fakihleri sık sık başvurdukları “fıkhî hileler” yüzünden de tenkit
etmektedir. Buna rağmen Ebu Talib tenkitte insaf çizgisini aşmış da
değildir. O, din düşmanlarının dini tahrif etmesinden, batıl ehlinin
hilelerinden ve cahillerin dini yanlış yorumlamasından korunmasında diğer
alimlerle birlikte fakihlere de büyük iş düştüğü inancındadır. Fukahanın
ilminin İslam’la birlikte bâki, müslümanlarla birlikte var olacağını ifade eden
Mekki, şöyle demektedir:
“Çünkü bu, Allah’ın kullarına karşı kullanacağı bir hüccettir.”
“Çünkü bu, Allah’ın kullarına karşı kullanacağı bir hüccettir.”
Bu
duruma göre, fukahanın İslam ümmeti içerisindeki yeri tartışılmaz. Böyle
olunca, Ebu Talib bu kimselerin makamlarıyla mütenasip ahlaki değerlere sahip
olmalarını arzu etmektedir. Zira o, bu konuda Hasan-i Basri gibi şu düşünceyi
paylaşmaktadır: “Fakih,
dünyaya karşı zahid, ahireti arzulayan, diniyle basiretli, Rabbine ibadete
müdavim, vera sahibi, zayıf müslümanların mallarından yüz çeviren ve cemaate
nasihat eden kişidir.”( Bilal Saklan,
Kûtu’l-Kulûb’deki Tasavvufî Hadislerin Hadis Metodoloji Açısından Değeri,.
53-57. (Basılmamış doktora tezi), Konya-1989.)
Sünneti
lügatte tarik (yol), en sağlam yolun ismi olarak tarif eden Ebu Talib el-Mekkî,
Hz. Peygamberin sünnetini Aziz Kitabın tefsirinde ihtiyaç duyulan ve Cenab-ı
Hakk’ın bizlere bahsetmiş olduğu bir nimet olarak görmekte ve şöyle
demektedir:
“Allah Teala’nın bizlere nimet olarak bahşetmiş olduğu sünnet İslam nimeti gibidir. Çünkü Yüce Allah, Aziz Kitabının tefsirini Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine bırakmıştır. Ayrıca Allah Teala, ona itaat etmeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretmiştir. Bundan dolayı da, Hz. Peygamber’i (s.a.v) bize nimet olarak bahşetmiştir. Bu ise, Allahü Teala’nın marifetini bize nimet olarak bahşetmesidir.”
“Allah Teala’nın bizlere nimet olarak bahşetmiş olduğu sünnet İslam nimeti gibidir. Çünkü Yüce Allah, Aziz Kitabının tefsirini Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine bırakmıştır. Ayrıca Allah Teala, ona itaat etmeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretmiştir. Bundan dolayı da, Hz. Peygamber’i (s.a.v) bize nimet olarak bahşetmiştir. Bu ise, Allahü Teala’nın marifetini bize nimet olarak bahşetmesidir.”
Vekîb.
el-Cerrah demiştir ki: “Hiç kimseye, kesin sebep ve delilini göstermeden bu hadis
batıldır demek uygun değildir. Çünkü hadisler onun bildiklerinden çok daha
fazladır.”
Ebu
Davud, Ebu Zur’a er-Razî’nin şöyle dediğini nakletmiştir:
“Rasûlullah (s.a.v)
devamlı etrafında bulunan yirmi bin Medine’linin arasında vefat etmiştir.
Bunların her biri kendisinden bir hadis, bir kelime veya bir rivayet nakledecek
olsalar, Allah Resûlü’nün (s.a.v) hadisleri sayılamayacak kadar çoğalır.”
Adamın
biri Zührî’nin yanında bir hadis zikretti. Zührî: “Biz bunu işitmedik” dedi. Adam: “Sen Rasulullah’ın
(s.a.v) bütün hadislerini işittin mi?” diye sordu. Zührî: “Hayır”
dedi. Adam: “Yarısını
işittin mi?”diye sorunca; Zührî sükut etti. O zaman adam: “Bunu da o
işitmediğin kısımdan say” dedi.
Bize ulaşan bir habere göre İmam Ahmed şöyle demiştir:
“Abdurrahman b. Mehdî, önce bazı hadisleri münker bulurdu. Bir zaman sonra yanımıza gelerek, onun sahih olduğunu tesbit ettim” derdi.
Vekî’ ise; hiçbir hadisi münker görmezdi, fakat böyle bir hadis, kendisine sorulunca: “Ezberimde bilmiyorum.” derdi.
Bize ulaşan bir habere göre İmam Ahmed şöyle demiştir:
“Abdurrahman b. Mehdî, önce bazı hadisleri münker bulurdu. Bir zaman sonra yanımıza gelerek, onun sahih olduğunu tesbit ettim” derdi.
Vekî’ ise; hiçbir hadisi münker görmezdi, fakat böyle bir hadis, kendisine sorulunca: “Ezberimde bilmiyorum.” derdi.
Bize,
Abdurrahman b. Mehdî’nin şöyle söylediği nakledildi:
“Benim muhaddis bir dayım vardı. Önceleri pek çok hadisin üzerini çizer, sıhhatli bulmazdı. Bir zaman sonra onların sahih olduğunu söyledi ve ben de onları kendisine okudum. Bir ara: “Sen bir zaman bunları sahih bulmazdın” dediğimde: “Evet önceleri öyleydi, fakat sonra ben onları zayıf kabul edince, onu nakledenin adalet sıfatını düşürmüş oluyorum. Bu ravi kıyamet günü Allah’ın huzurunda yakama yapışarak: “Niçin benim adalet vasfımı düşürdün? Sen beni gördün ve sözümü işittin mi ki bu karara varıyorsun?” derse, ona karşı kendimi savunacak bir delilimin olmayacağını düşündüm ve ilk yaptığımdan vazgeçtim” dedi.
“Benim muhaddis bir dayım vardı. Önceleri pek çok hadisin üzerini çizer, sıhhatli bulmazdı. Bir zaman sonra onların sahih olduğunu söyledi ve ben de onları kendisine okudum. Bir ara: “Sen bir zaman bunları sahih bulmazdın” dediğimde: “Evet önceleri öyleydi, fakat sonra ben onları zayıf kabul edince, onu nakledenin adalet sıfatını düşürmüş oluyorum. Bu ravi kıyamet günü Allah’ın huzurunda yakama yapışarak: “Niçin benim adalet vasfımı düşürdün? Sen beni gördün ve sözümü işittin mi ki bu karara varıyorsun?” derse, ona karşı kendimi savunacak bir delilimin olmayacağını düşündüm ve ilk yaptığımdan vazgeçtim” dedi.
Hadis
“Kime Allah ve Resulü’nden (s.a.v) bir fazilet ulaşırda
onunla amel ederse, söylenildiği gibi olmasa bile Allah ona o amelin sevabını
verir.”( Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, I, l49. Değişik bir
rivayet Bkz: Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 236 (h no: 2420).
Hadis “Kim benden (nakille) hak bir şey rivayet ederse, ben onu
söylememiş olsam bile söylemiş sayılırım. Kim de (benden) batıl bir şey rivayet
ederse, (onu reddedin, çünkü) ben batıl söylemem.” Benzeri bir
hadis için Bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, I, l50.
Kûtu’l-Kulûb ve İhya gibi tasavvufun temel kaynakları üzerinde yapılan
tenkitler, daha çok bu eserlerin içinde zayıf hadislerin ve Efendimize (s.a.v)
ait olmayan hadislerin mevcudiyeti ile ilgilidir. Hemen şunu söyleyelim ki,
el-Mekkî ve İmam Gazalî (rah), kitaplarda görmedikleri ve hadis olarak
işitmedikleri bir sözü, kendileri hadis diye uydurup eserlerinde
zikretmemişlerdir. Onların yaptığı tek şey, ellerindeki eserlerde buldukları
hadis ve haberleri fazla incelemeden nakletmekten ibarettir. Bunu da niçin
yaptıklarını açıklamışlardır.
Hadis uydurma işine en fazla arifler karşı çıkar. El-Mekki’nin de
değindiği gibi; bu gün halktan olan bir insan adına bile yalan söz isnat etmek,
onun söylemediğini söylemiş göstermek biraz imanı ve insafı olan kimsenin
nefret edeceği bir şeydir. Bu kadar hassasiyeti olan bir müminin Hz. Peygamber
(s.a.v) adına yalan söylemesi nasıl düşünülebilir.
Virtlere/günlük nafile vazifelere devam etmek, müminlerin huylarından
ve abidlerin izlediği yollardandır. Bunlar, onun kavî iman ve yakîn sahibi
olduğunu gösteren ibadetlerdir. Hz. Âişe’ye, Rasûlullah’ın (s.a.v) amel şekli
sorulduğunda şöyle demiştir:
“O, başladığı amele devam ederdi, onu en güzel bir şekilde yapar ve devam ettirirdi.”( Buharî, Savm, 64; Rikâk, 18; Muslim, Musafirîn, 217; Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Ahmed b. Hanbel, IV, 109 VI, 43,55, 174, 189.) Rasûlullah (s.a.v):meşhur bir hadisinde şöyle buyurmuştur.
“Amellerden, gücünüz yettiği kadarını üstlenin. Çünkü sizler usanmadıkça, Allah sevap vermekten usanmaz.”( Buharî, İman, 32; Müslim, Musafirîn, 215, 221 Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Nesaî, Kıble, 13; Kıyamu’l-Leyl, 17;; İbn Mace, Zühd, 28; 4, Ahmed b. Hanbel, VI, 40, 51,)
“O, başladığı amele devam ederdi, onu en güzel bir şekilde yapar ve devam ettirirdi.”( Buharî, Savm, 64; Rikâk, 18; Muslim, Musafirîn, 217; Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Ahmed b. Hanbel, IV, 109 VI, 43,55, 174, 189.) Rasûlullah (s.a.v):meşhur bir hadisinde şöyle buyurmuştur.
“Amellerden, gücünüz yettiği kadarını üstlenin. Çünkü sizler usanmadıkça, Allah sevap vermekten usanmaz.”( Buharî, İman, 32; Müslim, Musafirîn, 215, 221 Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Nesaî, Kıble, 13; Kıyamu’l-Leyl, 17;; İbn Mace, Zühd, 28; 4, Ahmed b. Hanbel, VI, 40, 51,)
Diğer hadislerde: “Amellerin en sevimlisi, az olsa da en devamlı olanıdır.”(
Buharî, Rikak, 18; Libas, 43; Müslim, Musafirîn, 215, 216, 218; Nesaî, Kıble,
13; İbn Mace, Zühd, 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 35.
“İlmimi
artırmadığım yeni bir gün benim için hayırlı ve mübarek değildir.”(
Tabarani, el-Evsat, No. 6632; Ebu Nuaym, Hilye, VIII, 188; İbnu Adiy, el-Kamil,
II, 79; Suyuti, es-Sağır, No: 343.) Buyrulmuştur.
ZÂHİR İLE BÂTIN ÇATIŞIR MI?
Zâhir ve bâtın ilmi yüzünden tarihte tatsız olaylar yaşanmıştır. Bir
dönemde, İslam’ın zâhirî hükümlerini öğreten medrese ile, Bâtınî edebini
öğreten tasavvuf ehli haksız yere birbirlerini incitmişlerdir. Günümüzde de
benzer çekişmelere rastlamak mümkündür. Her iki grup da haklı olduklarını ve
bunu din adına yaptıklarını söylüyorlar. Eğer her iki grup da haklı ise bu
çekişmenin nedeni nedir?
Durum iyi incelenirse görülecektir ki, birbirine zıt olan ve çekişen
dinin zâhir ile bâtın ilmi değil; bu ilimlere sahip olduklarını söyleyen bazı
kimselerin ıslah olmamış nefisleridir.
Birileri zâhir ilmi ile bâtın ilmini ayrı düşünür, ikisini birbirine
zıt görür, bunun için bâtın ilminin reddedilmesi gerektiğini söyler. Bazıları
da asıl olanın bâtın ilmi olduğunu, zâhirin şekil, resim ve temsilden ibaret
bulunduğunu, zâhirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı ilgilendirdiğini,
hâli ileri ve yüksek olanların bu tür sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek
dinin temelini oluşturan zâhirî ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek belirtelim
ki, her iki grup da İslam aleminde büyük fitne ve yıkıma sebep
olmuşlardır.
Birinci grup Kur’an ve sünnet üzere kurulu tasavvufu inkara kalkmış,
ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine malzeme yapmıştır. Zâhir ve bâtın
ilminin ne olduğunu bilmeyenler, hangi grubu dinlese haklı zanneder, İslam’ın bâtinî
fıkhını ihya eden gerçek tasavvuf hakkında şüpheye düşer. Bunun için zâhir ve
bâtın ilminin iç yüzünü bilmemiz gerekir.
Zâhir, bir şeyin dışı, görünen, ortada olan, müşahede edilen, duyu
organları ile hissedilen ve bilinen kısmı demektir.
Bâtın, bir şeyin iç yüzü, görünmeyen yanı, saklı ve sırlı yönü,
tefekkür, feraset ve kalp basireti ile bilinen kısmı demektir. Burada konu
ettiğimiz zâhir ve bâtın ilmi dinî hayatımızla ilgili iki ilim çeşididir.
Zâhirî ilim, zâhirde bedenle yapılan iş ve ibadetlerin hükümlerini
öğreten ilimdir.
Bâtınî ilim, iç alemin ilmidir. Kalple ilgili amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini, ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu gösterir.
Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb alemini, melekut aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu edinen ilme de bâtinî ilim denir.
Bâtınî ilim, iç alemin ilmidir. Kalple ilgili amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini, ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu gösterir.
Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb alemini, melekut aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu edinen ilme de bâtinî ilim denir.
Dinimiz her iki ilimden de gerektiği kadarını bize öğretmiştir. Bu iki
ilmin bir kısmı herkese farzdır. Bir kısmı ise fazilettir. Dinimizin öğrettiği
ve herkesten istediği zâhir ve bâtın ilmi, bütünüyle Kur’an ve sünnet ilminden
ibarettir. Bu iki ilim beden ile ruh gibidir. İkisi birbirini tamamlar, biri
olmadan diğeri vazife göremez, fayda vermez.
Zâhir ilmine şeriat ilmi, bâtın ilmine hakikat ilmi denmesi, sadece
alanlarını belirtmek içindir. Yoksa birisi diğerinden daha az lazımdır
manasında değildir. Her ikisi de dinimizin öğrettiği ilimlerdir; ilahi
hükümleri bildirir, Allah’ın muradını öğretir, kulun Rabbine karşı koruyacağı
hukuk ve edebini gösterir.
İmam
Kuşeyri (rah), şu mühim tespiti yapar:
“İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı şekilde hakikat ilmi de, Allah’ın emri ile vacip olması ve arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir şeriat ilmidir.”
“İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı şekilde hakikat ilmi de, Allah’ın emri ile vacip olması ve arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir şeriat ilmidir.”
Allame
Arusî, bu söze şu kaydı ekler: “Çünkü her iki ilmi emreden de Yüce Allah’tır. Sonuçta
kaynak ve hedef birdir. Birisi insanın zâhiri amellerini, diğeri de kalple
ilgili edeplerini öğretir.” (Arusî, Netaicü’l-Efkar, II, 144)
Din,
insanın zâhirine ve bâtınına bir bütün olarak hitap eder. İlahî hükümler iki
türlüdür. Birisi zâhirimizi, diğeri iç alemimizi ilgilendirir. İnsanın kamil
olması her iki ilimden pay sahibi olmasına ve zâhiri gibi bâtınını da
güzelleştirmesine bağlıdır. Çünkü insan, kalbi ve kalıbıyla, fikir ve fiili
ile, içi ve dışıyla beraber insandır.
Her
ibadetin bir zâhir bir de bâtinî yönü vardır. Zâhiri yönü kalıbı, bâtinî yönü
kalbi ilgilendirir. Mesela, namazda başlangıç tekbiri farzdır, bu dilin
vazifesidir. Aynı şekilde namaza gösteriş katmadan onu sadece Allah için
kılmaya niyet etmek de farzdır. Bu niyet ve ihlas kalbin amelidir. Diğer bütün
ibadetlerde de durum aynıdır. Sadece kalple yapılan farz ibadetler vardır.
İman, ihlas, huşu, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, rıza, sabır, muhabbet gibi.
Bunları öğreten ilme de bâtın ilmi denir.
Allah
dostlarına verilen bu özel ilimlere de bâtın ilmi denir. Bu kısım, herkese farz
olan ilme girmez. O, özeldir, ilahi hediyedir, fazilettir, ayrı bir şereftir.
Bu bâtın ilmine, irfan ilmi, sır ilmi, ledün ilmi, feraset ilmi, gayb ilmi, Vehbi
ilim, keşif ilmi, hikmet ilmi, hakikat ilmi, ilham, yakin ilmi gibi isimler de
verilmiştir. Hepsi Yüce Allah’ın sevdiği kuluna bir rahmeti, ikramı ve özel
tecellisidir. Ayet ve hadislerde bu ilim de övülmüş ve teşvik edilmiştir.
Kur’an uyanık kalp sahiplerinin özel bir tespit gücüne sahip olduğunu belirtir.
(Hicr, 75) Hadisler bu ferasetin ilahi nurla olduğunu beyan eder.
“Kur’an’ın her
ayetinin bir zâhirî bir de bâtinî manası vardır.”( İbnu Hıbban,
Sahih, I, 276; Ebu Ya’la, Müsned, No: 5149; Taberi, Tefsir, I, 9; Heysemi,
Mecmau’z-Zevaid, VII, 152) hadis-i şerifi, ehli olan kimseler için gizli ilim
yollarının açık olduğunu gösterir.
”İlm-i bâtın
evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe
doğan
bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara
vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır.” (İmâm-ı
Gazâlî)
Allahü Teâlânın kazâsı, taktîri ve Levh-i
mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl
olacak ise veya olmayacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece
bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uygun olarak meydana gelmektedir.
(Muhammed Akkermânî)
Genelde fakihlerle sufilerin tartışması bu bâtın ilminde olmuştur.
Halbuki sufiler, fakihin, müfessirin ve muhaddisin ayet ve hadisten anladığı
ilk manayı kabul etmektedir. Ondan sonra bir adım daha ileri giderek ayet ve
hadislerin ruhuna aykırı olmayan yeni manalar, farkı ilimler ve değişik
hikmetler ortaya koymaktadır. Velilerin hiç bahsetmedikleri, Allah ile kendi
aralarında kalan özel ilimler de vardır. Herkes onları bilmekle mükellef
değildir. Bu tür ilimler bizde yok diye onları inkar etmek Yüce Allah’ın
rahmetini sınırlamak olur. Allahü Teala: ( Yusuf, 12/76) ‘ayetiyle, bizlere
edep ve tevazu öğretmektedir. Çünkü ilmin bir sonu yoktur.
فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاء
أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِن وِعَاء أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا
كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ نَرْفَعُ
دَرَجَاتٍ مِّن نَّشَاء وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ*
.” Fe bedee bi ev'iyetihim kable viai ehiyhi sümmestahraceha min
viai ehiyh kezalike kidna li yusüf ma kane li ye'huze ehahü fi dinil meliki
illa ey yeşaellah nerfeu deracatim men neşa' ve fevka külli zi ilmin alim. Bunun üzerine
Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra su
kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik.
Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi
başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin
üstünde daha iyi bir bilen vardır.”
Kur’an, Yüce Allah’ın ilim ve tecellilerini tespit etmeye denizler
mürekkep olsa yetmez diyor.
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا
لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي
وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا*
“Kul lev kanel bahru midadel li kelimati rabi le nefidel bahru
kable en tenfede kelimatü rabbi ve lev ci'na bi mislihi mededa . De ki: “Rabbimin
sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek
(denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi”
(Kehf, 109)
Büyük veliler, manevi keşif ve kalple ilgili ilimlerdeki yanılmaları
ve ayak kaymalarını önlemek için çok sıkı tedbirler almışlar ve sağlam kaideler
koymuşlardır.
Gerçek sufiler, zâhir bâtın bütün işlerinde Kur’an ve sünneti
vazgeçilmez bir ölçü ve hakem yapmışlardır. Kur’an ve sünnetin hükmüne ters
düşen keşif, ilham, varidat türü şeyleri ihtiyatla karşılamışlar ve onlarla
amel etmemişlerdir. Allah’a ulaşmanın tek yolu olarak Hz. Peygamber’in (s.a.v)
sünnetine uymayı görmüşlerdir.
Ebu’l-Hasen Şazelî (k.s) der ki:
“Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve sünnete ters düşerse, Kur’an ve sünnetin dediğini yap, keşfini terk et ve nefsine: “Hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti Kur’an ve sünnette yaptı, keşif ve ilhamda yapmadı,” de.( İbnu Acibe, İkazu’l-Himem, II, 302)
“Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve sünnete ters düşerse, Kur’an ve sünnetin dediğini yap, keşfini terk et ve nefsine: “Hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti Kur’an ve sünnette yaptı, keşif ve ilhamda yapmadı,” de.( İbnu Acibe, İkazu’l-Himem, II, 302)
Büyük Arif İmam Rabbani (k.s) bu konuda şu uyarıları yapar:
“Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet inancına göre itikadını düzgün yapması gerekir. Sonra, Kur’an ve hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir. Eğer, keşif ve ilham yoluyla kalb de Kur’an’a ve sünnete ters gelen bir şey zuhur ederse onları terk etmeli ve Yüce Allah’ın zat ve sıfatları hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zâhiri ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma gibi durumlar ve haller, zâhir ilmin kabul ettiği mananın dışında düşünülmemelidir. Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin asıllarına dayalı görüşlerini toptan ret etmemelidir. Bazı veliler manevi sarhoşluk halinde zâhir ilme ters düşen sözler sarf etmişlerdir. Bunlara şatahat denir. Onlar bu durumda mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez. Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşat yapamazlar. Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında ileri geri konuşmamalıdır. Asıl mesele, ilahi emirleri yerine getirip yasaklanan amelleri terk etmektir. Her ne kadar dinin emirleri tutulursa o nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur. bu tür şeylerden Allah’a sığınmalıdır.”
“Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet inancına göre itikadını düzgün yapması gerekir. Sonra, Kur’an ve hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir. Eğer, keşif ve ilham yoluyla kalb de Kur’an’a ve sünnete ters gelen bir şey zuhur ederse onları terk etmeli ve Yüce Allah’ın zat ve sıfatları hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zâhiri ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma gibi durumlar ve haller, zâhir ilmin kabul ettiği mananın dışında düşünülmemelidir. Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin asıllarına dayalı görüşlerini toptan ret etmemelidir. Bazı veliler manevi sarhoşluk halinde zâhir ilme ters düşen sözler sarf etmişlerdir. Bunlara şatahat denir. Onlar bu durumda mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez. Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşat yapamazlar. Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında ileri geri konuşmamalıdır. Asıl mesele, ilahi emirleri yerine getirip yasaklanan amelleri terk etmektir. Her ne kadar dinin emirleri tutulursa o nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur. bu tür şeylerden Allah’a sığınmalıdır.”
İslam tarihinde Bâtıniye diye anılan bir grup: “biz bâtın ehliyiz,
işin özü ve aslı bâtındır, bâtının dışındakiler batıldır.” diyerek fitne
yaymışlar ve dinin temel esaslarını tahrif etmişlerdir. Hicri II. Asrın başlarına
kadar kökleri uzanan bu fitne grubu diğer dinlerle putperestliğin ve Mecusiliğin
karışımından oluşmuş farlı bir akımdır. Daha çok siyasi yollarla İslam’ı tahrif
için kurulmuştur. Namaz imama itaat etmek, oruç imamın sırlarını korumak, zekat
mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hac imamı ziyaret etmek, Cennet dünyadaki
rahat hayat, cehennem de dünyadaki çileli yaşantıdır diyen bu grubun İslam dini
ile hiçbir alakası yoktur. Bunlara ibahiyye de denir. Zamanımızda az da olsa
uzantıları vardır.
Bunlardan başka bir grup da önce mümin iken sonra dinden çıkmışlardır.
Bu kimseler, bir zaman ibadet, taat ve zikirle meşgul olduktan sonra,
kendilerince kemale erdiklerini, iç alemlerinin Allah’ın sevgi ve feyzi ile
dolduğunu, Allah’a kavuştuklarını, Allah ile bütünleştiklerini düşünürler ve
artık amel etmenin, namaz kılmanın bir gereği kalmadığını söyleyerek bütün
ibadetleri terk ederler. Ayrıca, bu hâle ulaşanlara hiçbir haramın zarar
vermeyeceğini söyleyerek rahatça haramlara dalarlar. Bu, şeytanın bir oyunudur.
Bunlardan başka açıkça dini inkar etmediği halde, “sen benim içime
bak, kalbin temiz olsun, niyetinde kötülük taşıma yeter” deyip hiçbir ibadete
yanaşmayan kimseler mevcuttur. Bu da bir aldanmadır ve şeytanın oyunudur. (“Kûtu’l-Kulûb fî Muameleti’l-Mahbub ve Vasfu Tarikı’l-Mürid
ila Makami’t-Tevhid”)
Cenab-ı hak varlığını zuhura
çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak
(Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücut,
Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.
Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve
varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.
1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci
taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.
2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci
taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i
Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir.
3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü
taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler
(Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da
bu makamdan sayılır.
Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde
yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın
mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın
insanlara lütfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır:
Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve
yaratma).
Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların
Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir
hükmüdür.
Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı
bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebepse
Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir.
Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.
Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek)
oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi)
Ruh.
Bu alem cereyan ve deveran üzerine
kurulmuştur.Deverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir
kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın (isimlerin) mazharı olup,Külli
iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini
bilmektedir. Bu durumlar dünyada ilahi bir düzen,değişmez bir kuraldır.Allahın
tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde
kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini
meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda
hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ”
Hz.Muhammed (s.a.v).Aslında varlıklar bir
bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda
bir araya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz
varlıkların ayetleri,secde gah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhit
de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah
diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammed ün Resulullah demekle de
anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; "La ilahe" demekle
sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını
açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki
durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve
ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut,
Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı
bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebeptir.Aslında bütün bu bölünmeler ve izahatlar
anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. "Muhammed ün Resulullah"
ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini
istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet
ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.
Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı,
tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da
varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir
kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar
perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.
İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey,
onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir
apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve
olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an
hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O "göklerin ve yerlerin nuru"
(Nur-35) olarak her an her yerdedir.
O, her an, her yerde tecelli etmektedir. O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim Rahman/29 )
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ
نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ
كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا
شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ
نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ
اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
" Allahü nurus semavati
vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü
ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la
şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar
nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas
vallahü bi külli şey'in alim. Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili
şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde.
Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne
de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş
dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah,
dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur-35)
يَسْأَلُهُ
مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ*
" Yes'eluhu men
fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin.O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim Rahman/29 )
Her şey her an değişmektedir ve değişim onun
kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her
varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük
olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah
ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı... Mânâ,
enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın
bile özünde mütalaa edilmelidir.
Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve
Allah isminin mânâsı rast gele bir şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi
anlaşılmalıdır;
"……Feeynema tuvellu fesemme vechullah" Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz şekil,
suret anlamına gelmemektedir. (Bakara/115)
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ
وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ*
(Ve lillahil meşriku vel
mağribü fe eynema tüvellu fe semme vechüllah, innallahe vasiun alim. Her ne yana dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır.)
Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün
değildir. Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun
ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini
görebilmesine vesile olur.
"Hu vel Evvelu vel Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3) "Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd",(Biz O'na (insana) şah damarıdan daha yakınız),
(Zariyat 21). Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas
Suresi yapmaktadır; Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere
ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir.
O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu
doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve misli
yoktur, çünkü O; VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır.
هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
“Huvel'evvelu vel'ahiru
vezzahiru velbatinu ve huve bikulli şey'in 'aliymun. Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit
edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur” (Hadid 3)
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ*
(Ve fi enfusikum e fe la
tubrirun
Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!) (Zariyat 21)
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ*
“Kul hüvallahü ehad.De ki: “O,
Allah’tır, bir tektir.” (İhlas-1)
اللَّهُ الصَّمَدُ*
“Allahüs Samed. Allah Samed’dir.
(Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” (İhlas -2)
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ*
“Lem yelid ve lem yuled. O’ndan çocuk
olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu
değildir).” ((İhlas -3)
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ*
“Ve lem yekün lehu
küfüven ehad,.Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas -4)
Gelelim Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine;
Birinci mânâda "la
ilahe" "tanrı yoktur ", ikinci mânâda ise, var
olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı
varlıklar görme. "Ayrı
ayrı varlıklar yok, Allah var!.." demektir.
“Her nereye baksam Allahı görürüm” Hz.Ali(r.a) ,
“Görmediğim Allaha ibadet etmem”
Hz.Ali(r.a)
Halife olan varlık, vasfını ötede bir Allah’dan
almamaktadır. Bu idrak, O'nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna'nın
yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil
bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda
mevcuttur. (Bakara 30) Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin
Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; "Lekad
halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (Tin/4-5)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ
فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ
قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
“Ve iz kale rabbüke lil
melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey yüfsidü fiha ve
yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kale inni
a'lemü ma la ta'lemun. Hani, Rabbin
meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada
bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana
hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben
sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara
30)
لَقَدْ خَلَقْنَا
الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ*
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ*
“Lekad halaknel'insane fiy ahseni takviymin*Sümme redednahü
esfele safiliyne. Biz, gerçekten
insanı en güzel bir biçimde yarattık.* Sonra onu, aşağıların aşağısına
indirdik.”. (Tin/4-5)
Esma'nın ilk zuhura çıkışı ile var olan;
mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla
İnsan-ı Kâmil'dir.
Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan
ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla
birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu
tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını almasına neden olmuştur.
Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel
bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz. Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince,
Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan
insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır.
1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin
beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare,
kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi
bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme
fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilim adamlarını
şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini
düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960'lı yıllarda hologram
prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi.
Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde
görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi?
Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey
mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok
elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk
yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla
ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına
vardı. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir
holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK"
bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.
Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken,
Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde,
esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir
hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya
aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine
uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.
Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı
altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi
anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen
de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM'ün sahip
olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini
açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu
düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır.
Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim,
sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.
Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm
boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli
düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır.
Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri
ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi
mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü
kaydetme yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram
plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için
gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük
parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip
olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı
geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram
plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve
oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen
lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir
girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha
sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını
ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu
olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü
saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin
hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve
gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği,
kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının
birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla
algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini
hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki
her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur.
Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait
işlevleri meydana getirirler.
Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini
verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin "Ayan-ı
Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz
yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu
aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır.
Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla
meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana
nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut.
(Bakara 30-31)
وَإِذْ
قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا
أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
"Ve iz kale rabbüke lil
melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey yüfsidü fiha ve
yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kale inni
a'lemü ma la ta'lemun.Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi
yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.”
demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara-30)
وَعَلَّمَ
آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ
أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ*
“Ve alleme
ademel esmae külleha sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiuni bi esmai
haülai in küntüm sadikiyn. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra
onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana
bunların isimlerini bildirin” dedi.” (Bakara-31)
Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al
boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli
özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın
her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada
kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile
her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam
görüntüsünü tek başına vermektedir.
Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara
ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının
hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de,
doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir
ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış
oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç
boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden
gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve
kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve
düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu
cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir
(ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu
noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi
gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin
de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir
gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım
şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır.
Tasavvuf erleri bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir
demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin
holografik olarak evreni algılamaktadır.
Buradan hareketle, makro plandaki Evren de
tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik
yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün.
Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu
manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana
getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var
ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle,
O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o
varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi
anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan
herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı
olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç
ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her
noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır"
şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i
cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.
Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik
güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir
şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep
etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde
mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa
çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan
kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani
tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye
algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli
değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün
bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi
değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği
orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını
meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç
boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine
yansımasıdır.
Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım
olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı
olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i
Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun
boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz
diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut
olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki
her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun
algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık
Vahidül Ahad olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin
de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin
olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu
içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden
ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas
etmişlerdir. (Bu
yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli
kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)
Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam
etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an
vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre
şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli
deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak
varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak
yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya
çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık
verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı,
kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz
konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi
ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik
- ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. Bu
mevcudat, mümkünattır. Yani var olmasıda, olmamasıda mümkündür. Varoluşun
kitabı kainat ve özeti olan Kur’an, NOKTA ile başlar.Bu nokta herşeyin içinde
olduğu tohum anlamında olduğu gibi;Mutlak varlığın bilinmesi için, ortaya
çıkarılan YOKLUK anlamındadır. Mevcudatın tümü, içinde yokluk mefhumu olan
noktadır. Nokta, tüm mevcudatın-varlıkverilenlerin kendisi ve özetidir. İlmin
başı noktadır. Nokta konulmuşturki bununla varlık (vücud) bilinsin.Herşeyin
izahı-beyanı bu noktada mevcuttur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun
ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat
içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder.
Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir. Ne dün vardır ne de
yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir"
يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ
هُوَ فِي شَأْنٍ*
“Yes'eluhu men
fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin. Göklerde ve yerde
bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî
tasarruftadır.” (Kur'ân-ı Kerim
Rahman/29)
Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta
iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve
yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek
anlamda ölüm yoktur.
Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize
bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi
kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi
görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz.
Muhammed(S.A.V) 'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah
attı." (Enfal/17) ifadesi vardır.
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ
الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ*
"Fe lem taktüluhüm ve lakinnellahe katelehüm ve ma rameyte iz
rameyte ve lakinnellahe rama ve li yübliyel mü'minine minhü belaen hasena
innellahe semiun alim. (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları
öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından
güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz” (Enfal-17)
Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama
gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.
Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin
yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ
taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey
yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet
mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına
kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş
ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem
yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) 'in
bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır.
İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin
hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan
bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden
peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V)
dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha
sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için
yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre
ayrılmıştır. "Asıl"dan
madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek
geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve
insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu,
ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan
her insanda da böyledir.("Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy
atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim
akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin" Hz.Mevlana).
Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi"
olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim Bakara-30)
وَإِذْ
قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا
أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
“Ve iz kale
rabbüke lil melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey
yüfsidü fiha ve yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek,
kale inni a'lemü ma la ta'lemun. Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek
birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis
ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara-30)
Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun
çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu
yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir.
Ama Allah, "Ben
sizin bilmediğinizi bilirim"
diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı
yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim.
Sevdim ve bütün cevherlerimi bu
alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve
alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli
açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da
anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek
özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok
üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık
olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi
suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil
kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam
adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat,
genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil
ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve
olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun
hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir
Gaye ve Ruh-Rasuldür.
Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan
özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana
olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın
bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için”
olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir.
Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı
Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu özelliğe erişme yeteneği
verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi
yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir.
Böylece bütün evrenin, Allah
isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek
Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.
Kişinin gönlünde HAK'kı görebilmesi için cezbe,
muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün
varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı
sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah
gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır.
a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı
düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak.
b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini
kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak.
c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı
sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.
Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu
sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi
ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâzıları
buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış
belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da
olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize
göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman
oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki
yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar.
Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi
vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve
farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu
mukadder hadiseye kıyamet der; ne zaman kopacağı sorulduğunda "ölçülemeyecek
kadar uzun bir süre sonra" cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçülecek
zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün
madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu
için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O'nda.
Bâzıları "yaratılışa ne gerek vardı, O'nun ihtiyacı mı vardı" diye
sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınılmazdı çünkü bütün bu olup
bitenler akl-ı hikmet, kudret ve güzellikle dolu O'nun bu vasıflarının bir
yansıması, bir yanılsaması sâdece; hakikatte ne yaratılış var, ne de
yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı
Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği
içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar.
O, fânîler mutlu olsun diye iyi davranan
kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise cehennemde ceza
göreceklerini tebliğ etti; halbuki her an yeniden yaratılan ve kıyamet kopan âlemde
cennetin de cehennemin de zâten mevcut olduğunu, bâzılarının öbür dünya,
bâzılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası, burasının da orası olduğunu
allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan anlayamadı; anlayanlardan
Yûnus Emre diye birisi “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri,
isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diye yakardı.
O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da
sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına,
kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen
yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün
evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna
gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi
hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü
bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti.
Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu.
Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler.
En azından bir tânesinin varlığından emin
olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine
sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti, sonradan
bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline
geldiler. Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi.
Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları
spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk,
rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle
cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü. Can, O'nun mahlûkatın bir
kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınılmaz özelliği olarak,
canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion
gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar.
Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni
entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi
arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama
ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer
canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, malzemeyi alıp kendi
işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde sonunda gene
entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel
şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her
şeydeydi.
Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek
çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan,
sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması
mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan
bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise
insanların bu mes’eleyi kavrayamayacaklarını açıkça beyan etti.
Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam
etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak
istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli
canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük
canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla
kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü,
erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi... gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu.
Bâzıları buna diyalektik dediler.
O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak
nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu.
O, bu menfî vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müsbet olanlara melek, peri,
arada ve karışık olanlara cin gibi isimler taktı. Doğum ölümle, iyilik
kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün
bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele
akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı
O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar
sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi,
şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek
yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar
atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu
zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri
taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir
mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların
teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna
gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an
için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh
etmekteydiler günde beş kez... Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na!
Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun
insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm
isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan
pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.
Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni
güzellikler oluşturdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının
memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve,
sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme
kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında
tefekkür etme mazhariyetine sahip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan,
bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber,
homo ekonomikus... gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine
yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere... böldü; farklılıklar
olacaktı ki tekâmül sürsün.
Hep O'nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle
oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu
tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi
bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları
hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar.O'nun varlığı idrak
edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi,
hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat
kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı
başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler
taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok
özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun
kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler
gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını
taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü;
çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu
arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki
birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude
harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak
edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da,
O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu.
Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten;
bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği
çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve
kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...
O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin
rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar
mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana
sığının, duâ edin “ dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma,
bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu,
O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı
kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya,
ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve
inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına
düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye
dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun insana bahşettiği en ulvî
ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı
altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına
dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi
ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular,
sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi
bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına
düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.
Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde
mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve
sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık
kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler.
Zâten O'’un da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği
O’nun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve peygamberinin
âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin
dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle
süsleniyordu.
Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek;
her şey aslına, O’na dönünceye kadar.
Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak.
Çünkü “önce”,
“şimdi” ve “sonra”
hep aynı.
"Elest"
gününden bahsediliyor. Allah insanı bir tür olarak yaratmaya karar verdiğinde,
Kıyâmet'e kadar sırası geldikçe yaratılacak olan bütün insanlarla
ahitleşmiştir. "Ben
Rabbınız değil miyim?" ("Elestü bi Rabbikum?")
sorusuna insanlar "Evet" ("Belâ") diye cevap vermişlerdi.
Dolayısıyla Allah'a inanma ve onun çizdiği sınırlar ve gösterdiği doğru yolda
yaşama hususunda her insan kendi kendinin şahididir ve Allah'a söz vermiştir.
Bu, her insanda doğuştan Allah'a inanma ve doğru yaşama güdüsü, temeli var
demektir. Her insan Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir. Ancak
insanlar çoğu zaman bu ahitleri unutmuşlardır (Kur'ân-ı Kerim Taha-115; Bakara/27-28;
İsra/34; Secde/14; Haşr/19 ).
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ
وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا*
"Ve lekad ahidna ila ademe min kablü fe nesiye ve lem necid lehu
azma . Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme,
diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.” (
Kur'ân-ı Kerim Taha-115)
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ
مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي
الأَرْضِ أُولَـئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ*
“Ellezine yenkudune
ahdellahi mim ba'di misakih, ve yaktaune ma emerallahü bihi ey yusale ve
yüfsidune fil ard, ülaike hümül hasirun. Onlar, Allah’a verdikleri sözü,
pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman,
akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk
yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara-27)
كَيْفَ
تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ
ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ*
“Keyfe tekfürune billahi
ve küntüm emvaten fe ahyaküm, sümme yümitüküm sümme yuhyiküm sümme ileyhi
türceun.
Siz
cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr
ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na
döndürüleceksiniz.” (Bakara-28)
وَلاَ تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي
هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ
كَانَ مَسْؤُولا*
" Ve la
takrabu malel yetimi illa billeti hiye ahsenü hatta yeblüğa eşüddehu ve evfu
bil ahd innel ahde kane mes'ula. Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel
şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden)
sorumludur.” (İsra-34)
فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا
إِنَّا نَسِينَاكُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ*
“Fe zuku bi ma nesiytüm
likae yevmiküm haza inna nesiynaküm ve zuku azabel huldi bi ma küntüm ta'melun. (Onlara şöyle denilecek:) “O hâlde, bu
gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın. Biz de sizi unuttuk.
Yapmakta olduklarınıza karşılık ebedî azabı tadın.” (Secde/ 14)
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ
فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ*
“Ve la tekunu kelleziyne
nesullahe feensahum enfusehum ulaike humulfasikune. Allah’ı unutan ve
bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi
olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” (Haşr/19
).
Allah bu dünyada her kavme, her insana doğru
yolu bulması için gerekli uyarıları gönderiyor. Nihaî sorgulamayı öbür dünyaya
bıraktığı gibi, zulümde aşırı giden fert ve toplulukları bu dünyada da
cezalandırıyor. Allah'ın yeryüzündeki insanları aydınlatmak için peygamber
olarak gönderdiği Hz. Nuh'un kavmi ve hattâ ailesinden birçoğu da kendisine
inanmamışlardı ve büyük bir tufanla ortadan kaldırılmışlardı (Kur'ân-ı Kerim Araf/59-64;
Hud/25-48).
لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا
إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ
غَيْرُهُ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ*
“Le kad erselna nuhan ila
kavmihi fe kale ya kavmi'büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh inni ehafü
aleyküm azabe yevmin aziym Andolsun, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik de,
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
Şüphesiz ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.” ( Araf/59)
………………………………………………………………………………………..
………………………………………………………………………………………..
فَكَذَّبُوهُ
فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ
كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً عَمِينَ*
“Fe kezzebuhü fe
enceynahü vellezine meahu fil fülki ve ağraknellezine kezzebu bi ayatina
innehüm kanu kavmen amin. Derken kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla
beraber bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk.
Çünkü onlar (vicdanları hakka kapalı) kör bir kavim idiler. “ ( Araf/64)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ إِنِّي
لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ*
"Ve le kad
erselna nuhan ila kamihi inni leküm nezirum mübin.Andolsun, biz Nûh’u
kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçık
bir uyarıcıyım.” (Hud/25)
…………………………………………………………………….
……………………………………………………………………
قِيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلاَمٍ مِّنَّا وَبَركَاتٍ
عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِّمَّن مَّعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ
يَمَسُّهُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ*
“Kiyle ya nuhuhbit bi
selamim minna ve berakatin aleyke ve ala ümemim mimmem meak ve ümemün
senümettiuhüm sümme yemessühüm minna azabün elim. Ona denildi ki: “Ey
Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden esenlik ve
bereketlerle (gemiden) in. Daha birtakım ümmetler de olacak ki, biz onları
(dünyada) yararlandıracağız. Sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap
dokunacak.” (Hud/48)
Ad
kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Hud'u dinlemedikleri için bir
rüzgar ve kum fırtınası içinde yok edildiler (Kur'ân-ı Kerim Hud/50-60; Şuara/123-140;
Ahkaf/21-25; Hakka/6-8).
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ
مُفْتَرُونَ*
“Ve ila adin ehahüm huda
kale ya kavmi'büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh in entüm illa müfterun. Âd kavmine de
kardeşleri Hûd’u gönderdik. Hûd, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin.
O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Siz, sadece iftira ediyorsunuz.” (Kur'ân-ı
Kerim Hud/50)
…………………………………………………………………..
………………………………………………………………….
وَأُتْبِعُوا فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً
وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلا إِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْ أَلاَ بُعْدًا
لِّعَادٍ قَوْمِ هُودٍ*
“Ve ütbiu fi hazihid
dünya la'netev ve yevmel kiyameh e la inne aden keferu rabbehüm e la bu'del li
adin kavmi hud . Onlar, hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lânete
uğratıldılar. Biliniz ki Âd kavmi, Rablerini inkâr etti. (Yine) biliniz ki
Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Kur'ân-ı
Kerim Hud/60)
كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ*
"Kezzebet adünil murselin .Âd kavmi de peygamberleri yalanladı.” ( Şuara/123)
…………………………………………………………….
…………………………………………………………….
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ*
“Ve inne rabbeke le hüvel azizür rahiym. Şüphesiz senin
Rabbin, mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır. “ (
Şuara/140)
وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنذَرَ قَوْمَهُ
بِالْأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتْ النُّذُرُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ أَلَّا
تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ*
"Vezkür eha ad iz enzera kavmehu bil ahkafi ve kad haletin nüzüru
mim beyni yedeyhi ve min halfihi ella ta'büdu illellah inni ehafü aleyküm azabe
yevmin aziym.Kendisinden önce ve sonra uyarıcıların gelip geçmiş olan Âd
kavminin kardeşini (Hûd’u) hatırla. Hani Ahkâf’taki kavmini, “Ancak Allah’a
ibadet edin, çünkü ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum” diye
uyarmıştı.” ( Ahkaf/21)
……………………………………………………………………..
……………………………………………………………………..
تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِأَمْرِ رَبِّهَا
فَأَصْبَحُوا لَا يُرَى إِلَّا مَسَاكِنُهُمْ كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ
الْمُجْرِمِينَ*
“Tüdemmiru külle şey'im
bi emri rabbiha fe asbehu la yüra illa mesakinühüm kezalike neczil kavmel
mücrimin.O, Rabbimin emriyle her şeyi yerle bir eder.” Derken
evlerinden başka hiçbir şeyleri görünmez hâle geldiler. İşte biz, suç işleyen
toplumu böyle cezalandırırız. “ ( Ahkaf/25)
وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ
عَاتِيَةٍ*
"Ve emma 'adun feuhliku
biriyhin sarsarin 'atiyetin. Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli
bir rüzgârla helâk edildi.” (Hakka/6)
سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ
أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَى كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ
خَاوِيَةٍ*
" Sahhareha
'aleyhim seb'a leyalin ve semaniyete eyyamin husumen feterelkavme fiyha sar'a
keennehum a'cazu nahlin haviyetin. Allah, onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların
üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma
kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürdün.” (Hakka/7)
فَهَلْ تَرَى لَهُم مِّن بَاقِيَةٍ*
“Fehel tera hehum min
bakiyetin. Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?” (Hakka/8)
Lut Peygamber'in kavmi de, kendisini dinlemeyip
ahlâksızlığa devam ettikleri için Allah tarafından helâk edilmişlerdi (Kur'ân-ı
Kerim Hud/77-82)
وَلَمَّا جَاءتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ
وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَـذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ*
"Ve lemma caet rusülüna
lutan sie bihim ve daka bihim zer'av ve kale haza yevmün asiyb.Elçilerimiz Lût’a
gelince onların yüzünden üzüldü, göğsü daraldı ve “Bu çok zor bir gün” dedi.” (Hud/77)
…………………………………………………………………………
…………………………………………………………………………
فَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا
سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ مَّنضُودٍ*
“Felemma cae emruna
cealna aliyeha safileha ve emtarna aleyha hicaratem min siccilim mendud.(82-83) (Azap) emrimiz gelince oranın altını
üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan
taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud/82)
Aynı şekilde Salih Peygamber'e karşı gelen
Semud kavmi, taşlardan oyulmuş evlerde kalmalarına rağmen yok edildiler
(Kur'ân-ı Kerim A’raf/73-84; Şuara/146-158).
وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ
اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن
رَّبِّكُمْ هَـذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ
اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ*
"Ve ila semude ehahüm saliha kale ya kavmi'büdüllahe maleküm min
ilahin ğayruh kad caetküm beyyinetüm mir rabbiküm hazihi nakatüllahi leküm
ayeten fe zeruha te'kül fi erdillahi ve la temessuha vi suin fe ye'huzeküm
azabün elim. Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i Peygamber olarak
gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka
bir ilâh yoktur. Gerçekten size Rabbinizden (benim peygamber olduğumu
gösterecek) açık bir delil geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın şu devesi..
Bırakın onu da Allah’ın mülkünde yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük etmeyin.
Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.” (A’raf/73)
………………………………………………………………….
………………………………………………………………….
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا فَانظُرْ كَيْفَ
كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ*
“Ve emtarna aleyhim
metara fenzur keyfe kane akibetül mücrimin.Onların üstüne bir azap yağmuru yağdırdık.”
Bak, suçluların akıbeti nasıl oldu.” (A’raf/84)
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ*
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ*
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ*
“E tütrakune fi ma hahüna
aminin *Fi cennativ ve uyun *Ve züruiv ve nahlin tal'uha hediym . (146-148) “Siz
buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış
hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?” (Şuara/146-148)
…………………………………………………………………….
فَأَخَذَهُمُ
الْعَذَابُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ*
" Fe
ehazehümül azab inne fi zalike le ayeh ve ma kane ekseruhüm mü'minin. Böylece onları azap
yakaladı. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş
değillerdir.” (Şuara/158)
Hz. Şuayb ile Medyenliler arasında da aynı
şey olmuştu (Kur'ân-ı Kerim Hud/84).
وَإِلَى
مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ
إِلَـهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم
بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ*
"Ve ila
medyene ehahüm şüayba kale ya kavmi'büdüllahe maleküm min ilahin ğayruhv ve la
tenkusul mikyale vel mizane inni eraküm bi hayriv ve inni ehafü aleyküm azabe
yevmim mühiyt. Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber gönderdik.
O, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir
ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde
görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” (Hud/84).
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Demek ki,
zaman içinde Allah ile imân ahitleşmesini unutanlar, Allah'ın her an yaratmakta
olduğu şu evrendeki milyonlarca varlık ve olaydan bir ibret çıkartamayanlar,
onun gönderdiği elçilere uymayanlar elim bir şekilde cezalandırılıyor.
Allah'ın yaratması süreklidir. Her yaratma
taptazedir ve her insan bu dünyaya tertemiz olarak gelir. İçinde yaşadıkları
çevre ve Hakk tebliğleri, onları, doğru inanan ve doğru davranan kişiler
yapmalıdır. Ama onlar çoğu kez, geçmişte yaşamış insanların yanlış gelenekleri
içinde boğulup kalırlar. Allah kendilerine duyu organları, anlayış, akıl
vermişken; tabiat ve Kitap onları açık açık inanmaya çağırırken onlar
inanmamakta direnirler veya atalarında gelen yanlış şeylere inanırlar. "Ya
ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış idiyseler?" (Kur'ân-ı Kerim
2/170).
وَإِذَا
قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا
أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً
وَلاَ يَهْتَدُونَ*
" Ve iza
kiyle lehümüt tebiu ma enzellellahü kalu bel nettebiu ma elfeyna aleyhi abaena,
e ve lev kane abaühüm la ya'kilune şey'ev ve la yehtedun. Onlara, “Allah’ın
indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
(yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu
bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara/170).
Bizi yaratan Allah, bu dünyada da bizi bir an
olsun boş bırakmaz. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır ve bu amaca varıp
varmaması hassas bir şekilde izlenir.
Allah, yeryüzündeki bütün canlıların
rızıklarını, duracak ve kalacak yerlerini verir (Kur'ân-ı Kerim Hud/6).
وَمَا
مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ
مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ*
"Ve ma min dabbetin fil
erdi illa alellahi rizkuha ve ya'lemü müstekarraha ve müstevdeaha küllün fi
kitabim mübin.Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait
olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten
konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i
Mahfuz’da yazılı)dır.” ( Hud/6).
Çünkü onun rahmet hazineleri tükenmez. İnsana
düşen Rabbinin gönlüne koyduğu nûru yakalamak, O diledikçe dilemek (Kur'ân-ı
Kerim Tekvir/29)
وَمَا
تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ*
" Ve ma teşaune illa en
yeşaallahu rabbul'alemiyne. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir/29)
ve O'nun emrettiği şeyleri O'nun koyduğu
sınırlar içinde yapımaktır. Bu görev ilk önce akıl ile tabiattaki sırları, iman
ile de kendi benliğinin derinliklerinde olan iç sırları anlamak ve onlara uygun
davranmaktır. Bu sırlara ulaşmadan Allah'ın halifeliğini yapmak, onun emanetini
taşımak, onun en yüce varlığı olarak tabiata zulmetmeden onun tecellilerine
katılmak mümkün değildir. Onun için önce ruhumuzu, kafamızı sıkıştırıp duran
zincirleri kırmalı; Allah'ı bilmeli, inanmalı ve onun çok yönlü ve zor sınavına
hazırlıklı olmalıyız. Çünkü bu sınav açlıkla, toklukla, yoklukla, bollukla,
belâ ve kurtuluşla, hastalıkla, sağlıkla, ölümle, doğumla, neş'e ve kederle
v.s. yapılır. Her durumda, Allah'a inanan onun metin ve kendini kaybetmeyen,
ana yemini unutmayan kullarından olmak gerekir.
1. Nefs-i emmare: Ruhun kontrolunda olmayan
şehvet, kin, hırs, haset, alay, kibir, gaflet, gazap, bencillik gibi
özellikleri olan kötü nefis (Kur'ân-ı Kerim Yusuf/53 ; Zuhruf/51-52; Bakara/258;
Mü’min/16).
وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ
بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ*
" Ve ma
überriü nefsi innen nefse le emmaratüm bis sui illa ma rahime rabbi inne rabbi
ğafurur rahiym.Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği
hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.” (Yusuf/53)
وَنَادَى فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ
أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِن تَحْتِي أَفَلَا
تُبْصِرُونَ*
“Ve nada fir'avnü fi
kamihi kale ya kavmi e leyse li mülkü misra ve hazihil enharu tecri min tahti e
fe la tübsirün. Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır
hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?)
Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf/51)
أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ
وَلَا يَكَادُ يُبِينُ*
“Em ene hayrum min
hazellezi hüve mehinüv ve la yekadü yübin. Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını
anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?” (Zuhruf/52)
أَلَمْ تَرَ
إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ
قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِـي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِـي
وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ
الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ
يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ*
“E lem tera ilellezi
hacce ibrahime fi rabbihi en atahüllahül mülk, iz kale ibrahimü rabbiyellezi
yuhyi ve yümitü kel ene uhyi ve ümit, kale ibrahimü fe innellahe ye'ti biş
şemsi minel meşriki fe'ti biha minel mağribi fe bühitellezi kefer, vallahü la
yehdil kavmez zalimin.Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp
böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim,
“Benim Rabbim diriltir, öldürür.” demiş; o da, “Ben de diriltir, öldürürüm”
demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen
de onu batıdan getir” deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu
hidayete erdirmez.” (Bakara/258)
يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ
مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ*
“Yevme hüm barizun la
yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar.O gün onlar ortaya
çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk (hükümranlık)
kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır” (Mü’min/16).
Bu safhadaki nefis büyük bir yanılgı
içindedir. çünkü insanın canı ve bedeni bile geçici olarak kendine verilmiştir.
Bunun dışındakiler ise onun değildir.
2. Nefs-i levvâme: Şüphe içindeki nefs.
Burada ruh doğru ile yanlışın farkına varmıştır. Ama kendiliğinden yüce
yaratıcıya bir türlü koşamıyor; sadece kendini kınıyor, azarlıyor (Kur'an-ı
Kerim Kıyame/1-3).
لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ*
“La uksimu
biyevmilkiyameti. Kıyamet gününe yemin ederim.” (Kıyame/1)
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ*
“Ve la uksimu
binnefsillevvameti. (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim
(ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (Kıyame/2)
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَلَّن نَجْمَعَ عِظَامَهُ*
“Eyahsebul'insanu ellen
necme'a 'izamehu.İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi
mi sanır?” (Kıyame/3)
3. Nefs-i mülheme: İlham almaya müsait hale
gelmiş nefse, artık içten azar azar ilhamlar ve doğrudan iyilik-kötülük
bilgileri gelmeye başlamıştır (Kur'ân-ı Kerim Şems/1-10).
وَالشَّمْسِ
وَضُحَاهَا*
"Veşşemsi ve duhaha. Güneşe ve onun aydınlığına andolsun” (Şems/1)
وَالْقَمَرِ
إِذَا تَلَاهَا*
“Velkameri iza telaha. Onu izlediğinde
Ay’a andolsun,” (Şems/2)
…………………………………………………………
…………………………………………………………
وَنَفْسٍ
وَمَا سَوَّاهَا*
فَأَلْهَمَهَا
فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا*
قَدْ
أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا*
"Ve nefsin ve ma sevvaha. *Feelhemeha fücureha ve takvaha *Kad efleha men zekkaha. (7-9) Nefse ve onu
düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten
sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa
ermiştir.” (Şems/7-8-9)
وَقَدْ
خَابَ مَن دَسَّاهَا*
"Ve kad
habe men dessaha. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/10)
4. Nefs-i mutmaine: İlâhî nurla aydınlanan
nefistir. Artık nefs-i emmarenin baskılarından kurtulmuş, sükun bulmuş, yaptığı
her işte Allah'a teslim olan nefis.
5. Nefs-i raziyye: Artık evreni Allah'ın bir
parçası olarak seyredip ondan razı olan nefis.
6. Nefs-i merziyye: İnsanlar arasında ahlâk
güzelliği, merhamet ve lütuf göstererek yaşamak.
7. Nefs-i kâmile: Çoklukta birlik, birlikte
çokluk görme kademesine ulaşmış olan nefis.
Tasavvufun gayesi, insan nefislerini
öldürmekten ziyade bu kademelerden geçirerek iyice olgun bir nefis haline
getirmektir.
Burada izlenen yol da önce halktan koparak
zirveye doğru çıkmak, orada temizlenip tekrar halk arasına dönmek ve insanlara
hizmet etmektir. Çıkış yolu çok zahmetli olduğu için, mutasavvıfların çoğunu
yoldaki engellere dikkat çekmişlerdir. Yunus'a göre, nefsin olgunluğa doğru
yükselmesi yolunda, gene nefsin içinden kaynaklanan ve dışardan da beslenen
binlerce engel vardır.
Bunların başında kibir gelir. Bir şey olmak
isteyip de olamayan kişinin duyduğu büyüklük zannı kibirdir. İblis'in,
Firavun'un günâhları kibirleri idi ve bu tür günâhlar affedilmez; çünkü
insandaki bütün yaratıcı güçleri öldürür.
Akıl, Allah'ın yarattığı ilk şeydir. O da ruh
gibi son derece lâtiftir; bizim, ancak eserlerini görebileceğimiz, kendisine
ulaşamayacağımız değerli bir şeydir.
Akıl, insan ruhunun bir sıfatı olarak da
açıklanmaktadır. Ancak akıl algılara, algı da maddeye bağlıdır. İnsan hangi
ortamda hangi maddelerle yaşıyorsa algıları, bilgisi ve aklı ona göre oluşur
İnsan aklı, insanın içinde yaşadığı maddî gerçeği anlayıp ondan faydalanarak,
ona uygun rahat bir hayat sürmesi içindir. Ama o, herşeyi sebep ve vasıtalarla
algılamaya ve çözmeye çalıştığı için sık sık çok cesurca girişimlerde bulunur.
İslâm dini, inanmayı büyük ölçüde akıl
üzerine kurmuştur. Çünkü inanmak için bu dünyadaki bir çok şeyi anlamak, bilmek
gerekir. Görüleni, duyulanı, algılanan her şeyi bilgi sistemine yerleştirmek ve
onu da imanın temeline koymak gerekir. Yoksa akıl ve bilgi üzerine kurulmayan
bir iman, öncekilerin bilinçsizce bir taklidinden başka bir şey olamaz.
Eskilerin âdet ve yanlış inançlarına taklitle körü körüne bağlı kalma ise,
Kur'ân-ı Kerim'de âdeta yasaklanmıştır. İslâm dini bir çok âyetinde insanları
düşünmeye, incelemeye, göz önüne almaya, tedbire, rasyonel davranmaya, anlamaya
davet eder ki, bunların hepsi de akıl ile ilgili fonksiyonlardır. Kur'ân'da, akıllıları
inanmaya ikna ile ilgili 766 âyet vardır.
İslâm dini belli bir noktaya kadar aklı
rehber edinir, o noktadan sonra da akla rehber olur. İslâm, aklı ve düşünceyi
taklit zincirinden kurtarmaya; insanı kendi duyumları ve muhakemesi ile devamlı
taze bilgiler oluşturmaya davet eder. İslâm, insandan hür fikir ister; bu da
akılla olur. Aklı ve düşünceyi sınırlayacak, esir edecek her türlü sisteme ve
geleneğe karşı çıkar. O, inanmaya mecbur etmez, çeşitli delillerle inanmaya
davet eder.
Hz. Muhammed de, bir çok hadislerinde insanın
dininin aklı olduğunu; aklı olmayanın dininin olamayacağını veya doğru inanca
ulaşamayacağını, inancın ancak akıl derecesinde olabileceğini belirtir.
Mes'elelere her durumda akılla yaklaşmalıdır. Düşünmek (nafile) ibadetten hayırlıdır
ve insanların birbirlerine üstünlükleri ancak akılları oranındadır; çünkü iman
da, iyi amel de akıllı olmaya bağlıdır. Allah'ın insanlara verdiği en büyük
nimetlerden biri akıldır. Biz, bu ölçüye dayanarak iyiyi kötüden ayırabiliriz.
Ancak, akıl konusunda kelâmcılarla nasçılar
ve mutasavvıflar arasında bir hadis uydurma yarışı başlamış, aklı öven veya
kötüleyen bir çok uydurma hadis söylenmiştir.
İnsana verilen akıl, Allah katındaki tümel akla göre zaman, mekân ve
algılarla sınırlı ve bunlara göre hareket eden bir akıl olarak verilmiştir.
Eğer akıl bu dünyadaki maddelerle, algılarla sınırlanır ve zanlar arasında
boğulup kalırsa, insanın ayağına dolanan, onu karanlıklara götüren bir
"rehber" olmuş olur. Ama eğer bu dünyadaki anlamlara yönelir, maddelerin
ve olayların idarecisi olan bilgiyi kavrar ve oradan Allah'a yönelirse, Hakk'ın
tecellilerine en doğru bakış ile bakmış ve insan için bu dünya hayatında en iyi
rehber olmuş olur.
Ruh, nur, akıl aslı bakımından görünmez;
bunları ancak maddedeki yansımalarıyla görürüz. Ruh maddede çeşitli varlıklar
şeklinde yansır, nur görüntüler şeklinde, akıl da bilgi şeklinde. Meselâ, güneş
olsa da varlıklar olmasa, onun ışığını göremeyiz. Aklı görebilmemiz için de
madde gereklidir.
Madde sistemi, onun algılanması, sebep-sonuç
bağlantılarının ortaya konması bizi bilgilere ulaştırır. Bilgiler gerçeklere
dayandığı için, bilgi sistemlerinin taranıp karşılaştırılması olan düşünce de
gerçeğe uygun olmalıdır. Gözlerimiz, Allah'ın tecellisi olan realiteyi görür,
düşünceler de bu realite üzerinde olmalıdır.
Bilgi, tecelli ve varlıktır; varlık olmasa
bilgi de olmaz. Maddelerle ve sebeplerle biliş, vasıtalı biliştir. Bilginin
gelişmesi, ortamın ve maddenin gelişmesiyle, daha iyi bilinmesiyle olacaktır.
Allah devamlı tecelli eder, şekilleri devamlı değiştirir ve bu şekilde hakikat
da devamlı ortaya çıkar.
İnsan, hem madden hem de mânen en yüksek
varlıktır. Bütün varlıkların, bütün canlıların tabiatları insanda vardır. İnsan
gerçeğe ulaşmada, bu kademelerin hepsinden faydalanmak zorundadır. İnsanın,
canlılar içinde madden en yüksek olmasını, onun cinsel hayatında, mânen
yüksekliğini ise, bilgide ve inançta görüyoruz. Dolayısıyla insan, aşağıların
en aşağısı ve yükseklerin en yükseği olma potansiyelini elinde bulunduruyor. Bu
madde-mânâ sentezinde, insan, ilkönce maddeyi bilerek işe başlamalıdır. Madde
bilinmeden mânâyı bilmeye çalışmak koca bir vehimdir, boş şeyle uğraşmaktır.
Mânâ bilgisine maddiyattan geçilir. Kâmil
insan, varlık kademelerinin hepsinden sırayla geçmelidir. Maddeyi kaldıracak
olursak ruhumuz neyi algılayacak, aklımız neyi bilecektir. İşe maddeden
başlamalı, ancak maddeye hapsolup kalmamalıdır: Çünkü sebepleri ve sonuçları
anlamlar katında yakalamak gerekir. Maddede kalan insan, yaratılışta kendisine
verilen potansiyeli kullanmamış, hem maddeyi hem mânâyı anlayabilecek bir göze
ulaşmamış demektir. Unutmamalı ki, madde ve mânâ bir bütündür; bir tanesi
olmadan bir diğeri işe yaramaz. Ancak maddeler geçici, mânâlar ise süreklidir.
Bu nedenle bilgi tek tek maddeler üzerine kurulamaz, zaman ve mekân içinde
onların bir çoğunu kuşatan mânâlar üzerine kurulur.
Evrenin yaratılmasında iki yön vardır; mülk
ve melekût. Mülk, yaratılan her şeyin, insanların ve diğer canlıların duyu
organlarıyla algılanan tarafıdır. Melekût ise, varlıkların ve olayların
görünmeyen ama mülkü yönlendiren bölümüdür. Allah, her şeyin melekûtunu elinde
bulundurur (Kur'ân-ı Kerim Yasin/83).
فَسُبْحَانَ
الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ*
“Fe sübhanellezi bi
yedihi melekutü külli şey'iv ve ileyhi türceun. Her şeyin
hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na
döndürüleceksiniz.” (Yasin/83)
İnsanlar ve canlılar evrenin her tarafından
her an fışkırıp duran Allah'ın âyetlerine bakıp, onları akılları ile
değerlendirerek doğru yolu bulurlar. Bunlar, insanların kolaylıkla anlayıp
doğru yolu bulacakları şekilde düzenlenmiştir.
Kur'ân bile, ilim sahibi olan insanların
iyice anlayabilmeleri için tam bir eğitim kitabı tarzında indirilmiştir. Bu
hususta bir çok âyet bulunmaktadır (Kur'ân-ı Kerim Enam/65,97-98; Araf/32;
Rum/22,37; Yunus/101; Nahl/11-12; Bakara/164,221,266; Nur/1; İbrahim /25; Al-i
İmran/190; Vakıa/9; Zariyat/20-21; Fussilet/53 gibi)
قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ
عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً
وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ
يَفْقَهُونَ*
" Kul hüvel
kadiru ala ey yeb'ase aleyküm azabem min fevkiküm ev min tahti ercüliküm ev
yelbiseküm şiyeav ve yüzika ba'daküm be'se ba'd ünzur keyfe nüsarrifül ayati
leallehüm yefkahun.De ki: “O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın
altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize
düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.” Bak,
anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (Enam/65)
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا
بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ
يَعْلَمُونَ*
“Ve hüvellezi ceale
lekümün nücume li tehtedu biha fi zulümatil berri vel bahr kad fassalnel ayati
li kavmiy ya'lemun. O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu
bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri
ayrı ayrı açıkladık.” (Enam/97)
وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ
فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ*
" Ve
hüvellezi enşeeküm min nefsiv vahidetin fe müstekarruv ve müstevda' kad
fassalnel ayati li kavmiy yefkahun.O, sizi bir tek candan yaratandır. Sizin bir
karar kılma yeriniz, bir de emanet bırakılma yeriniz var. Biz anlayan bir
toplum için âyetleri ayrı ayrı açıklamışızdır.” (Enam/98)
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ
لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُوا فِي
الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ
لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ*
“Kul men harrame
zinetellahilleti ahrace li ibadihi vet tayyibati miner rizk kul hiye lillezine
amenu fil hayatid dünya halisatey yevmel kiyameh kezalike nüfassilül ayati li
kavmiy ya'lemun.De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz
rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir.
Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için
âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Araf/32)
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ
لِّلْعَالِمِينَ*
"Ve min ayatihi halkus semavati vel erdi vahtilafü elsinetiküm ve
elvaniküm inne fi zalike le ayatil lil alimin. Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin
ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin)
delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum/22)
…………………………………………………………………………………………….
…………………………………………………………………………………………….
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ
لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ*
"E ve lem yerav ennellahe yebsütur rizka li mey yeşaü ve yakdir
inne fi zalike le ayatil li kavmiy yü'minun. Allah’ın, rızkı dilediğine bol verdiğini ve
(dilediğine) kıstığını görmediler mi? Bunda inanan bir toplum için elbette
ibretler vardır.” (Rum/37)
قُلِ انظُرُوا مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ
وَمَا تُغْنِي الآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَن قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ*
“Kulinzuru maza fis
semavati vel ard ve ma tuğnil ayatü ven nüzüru an kavmil la yü'minun. De ki: “Göklerde ve
yerde neler var, bir baksanıza.” Fakat âyetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma
hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus/101)
يُنبِتُ لَكُم بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ
وَالنَّخِيلَ وَالأَعْنَابَ وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً
لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ*
" Yümbitü
leküm bihiz zer'a vez zeytune ven nehiyle ven a'nabe ve min küllis semarat inne
fi zalike le ayetel li kavmiy yetefekkerun. Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma
ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir
kavim için bir ibret vardır.” (Nahl/11)
وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالْنَّهَارَ وَالشَّمْسَ
وَالْقَمَرَ وَالْنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ
لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ*
“Ve sehhara lekümül leyle
ven nehara veş şemse vel kaner ven nücumü müsahharatüm bi emrih inne fi zalike
le ayatil li kavmiy ya'kilun. O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi.
Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz
bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.” (Nahl/12)
إِنَّ
فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ
وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ
اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ
فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ
بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ*
"İnne fi
halkis semavati vel erdi vahtilafil leyli ven nehari vel fülkilleti tecri fil
bahri bima yenfeun nase ve ma enzelellahü mines semai mim main fe ahya bihil
erda ba'de mevtiha ve besse fiha min külli dabbetiv ve tasrifir riyahi ves
sehabil müsahhari beynes semai vel erdi le ayatil li kavmiy ya'kilun. Şüphesiz, göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara
yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden
indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit
canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları
evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara/164)
وَلاَ تَنكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ
وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ
تُنكِحُوا الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن
مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَـئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ
يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ
لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ*
"Ve la tenkihul müşrikati hatta yü'minn, ve le emetüm mü'minetüm
hayrum mim müşriketiv ve lev a'cebetküm, ve la tünkihul müşrikine hatta
yü'minu, ve le abdüm mü'minün hayrum mim müşrikiv ve lev a'cebeküm, ülaike
yed'une ilen nar, vallahü yed'u ilel cenneti vel mağfirati bi iznih, ve
yübeyyinü ayatihi lin nasi leallehüm yetezekkerun. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan
kadınlarla evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mü’min bir
cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri
sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a
ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de; iman eden bir köle, Allah’a ortak
koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle,
cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp
düşünsünler.” (Bakara/221)
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن
نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ
الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا
إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ*
"E yeveddü
ehadükümen tekune lehu cennetüm min nehiyliv ve a'nabin tecri min tahtihel
enharu lehu fiha min küllis semerati ve esabehül kiberu ve lehu zürriyyetün
duafaü fe esabeha i'sarun fihi narin fahterakat, kezalike yübeyyinüllahü
lekümül ayati lealleküm tetefekkerun. Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye
sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir
bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine
çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin?
Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara/266)
سُورَةٌ أَنزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَأَنزَلْنَا
فِيهَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَّعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ*
“Suratün enzelnaha ve
feradnaha ve enzelna fiha ayatim beyyinatil lealleküm tezekkerun. Bu, bizim
indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız
için onda apaçık âyetler indirdik.” (Nur/1)
تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا
وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ*
“Tü'ti üküleha külle
hiynim bi izni rabbiha ve yadribüllahül emsale lin nasi leallehüm yetezekkerun. Bu ağaç, Rabbinin
izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller
getirir.”
(İbrahim /25)
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ
الْمَشْأَمَةِ*
"Ve ashabulmeş'emeti ma ashabulmeş'emeti. Kötülüğe batanlara gelince; ne mutsuz
kimselerdir!” (Vakıa/9)
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ
وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ*
"İnne fi halkis semavati vel erdi vahtilafil leyli ven nehari le
ayatil li ülil elbab. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Al-i İmran/190)
وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ*
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ*
“Ve fil erdi ayatul lil
mukinin *Ve fi enfusikum e fe la tubrirun. (20-21) Kesin olarak inananlar için yeryüzünde
ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zariyat/20-21)
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي
أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ
بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ*
" Senürihim
ayatina fil afaki ve fi enfüsihüm hatta yetebeyyene lehüm ennehül hakk e ve lem
yekfi bi rabbike ennehu ala külli şey'in şehid.Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz
bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın
gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez
mi?” (Fussilet/53 gibi)
Maddeye, dış dünyaya ait sırları çözebilecek
olan akıl, iç sırları, duyu organlarımızla fark edemediğimiz melekût evrenini
de çözebilir mi? Buna "evet" cevabı vermek zordur. Çünkü iç sırları
anlamak için akıldan başka "lübb" sahibi olmak gerekir.
Maddî hayatı anlamak ve çözümlemek tek hedef
olmamalıdır. Fenlerin ve hattâ irfan ve marifetin üstüne çıkıp
"yakîn" bilgi sahibi olmak gerekir. Bunun için her an ve doğrudan
Allah'ın öğretmenliğine (Kur'ân-ı Kerim Bakara/282), onun furkan ve nuruna
(Kur'ân-ı Kerim Nur suresi), onun yol göstermesine (Kur'ân-ı Kerim Ankebut/69)
ve onun "ilm-i ledün" öğretmesine (Kur'ân-ı Kerim Kehf/65)
ihtiyacımız vardır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ
آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ
وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ
كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ
وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي
عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ
فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ
فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ
الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ
يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوْا أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا
أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ
لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً
حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ
تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ
شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ
وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
" Ya
eyyühellezine amenu iza tedayentüm bi deynin ila ecelim müsemmen fektübuh, vel
yektüb beyneküm katibüm bil adli ve la ye'be katibün ey yektübe kema
allemehüllahü fel yektüb, velyümlilillezi aleyhil hakku vel yettekillahe
rabbehu ve la yebhas minhü şey'a, fe in kanellezi aleyhil hakku sefihen ev
daiyfen ev la yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil hakku sefihen ev daiyfen ev
la yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil veliyyühu bil adl, vesteşhidu şehideyni
mir ricaliküm, fe il lem yekuna racüleyni fe racülüv vemraetani mimmen terdavne
mineş şühedai en tedille ihdahüma fe tüzekkira ildahümel uhra, ve la ye'beş
şühedaü iza ma düu, ve la tes'emu en tektübuhü sağiyran ev kebiran ila ecelih,
zaliküm aksetu indellahi ve akvemü liş şehadeti ve edna ella tertabu illa en
tekune ticaraten hadiraten tüdiruneha beyneküm fe leyse aleyküm cünahun ella
tektübuha, ve şehidu iza tebaya'tüm, ve la yüdarra katibüv ve la şehid, ve in
tef'alu fe innehu füsuküm biküm, vettekullah, ve yüallimükümüllah, vallahü bi
külli şey'in alim. Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize
borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı,
Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu
gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan
Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin (hepsini tam
yazdırsın). Eğer borçlu, aklı ermeyen, veya zayıf bir kimse ise, ya da
yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın. (Bu işleme) şahitliklerine
güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit
tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir.
Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun,
borcu süresine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun,
şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız,
aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü
üzerinize bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana
da, şahide de bir zarar verilmesin. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için
günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, size
öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara/282)
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ
سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ*
"Vellezine cahedu fina le nehdiyennehüm sübülena ve innellahe le
meal muhsinin. Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka
yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut/69)
فَوَجَدَا
عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن
لَّدُنَّا عِلْمًا*
"Fe veceda abdem min ibadina ateynahü rahmetem min indina
ateynahü rahmetem min indina ve allemnahü mil ledünna ilma. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz
ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (Kehf/65)
İnsanla Allah arasındaki en güçlü bağ, sevgi
ve rıza bağıdır. Allah, kendisinin onları seveceği ve onların da kendisini
seveceği milletler ister (Kur'ân-ı Kerim Maide/54).
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ
عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ
أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي
سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ
مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ*
"
Ya eyyühellezine amenu mey yertedde minküm an dinihi fe sevfe
ye'tillahü bi kavmiy yühibbühüm ve yühibbunehu ezilletin alel mü'minine e
izzetin alel kafirine yücahidune fi sebilillahi ve la yehafune levmete laim
zalike fadlüllahi yü7tihi mey yeşa' vallahü vasiun alim.Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk
getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere
karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad
ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu,
Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır,
hakkıyla bilendir.” (Maide/54).
Bütün
işlerin başında da, sonunda da Allah yetkili ve vekildir. Evrendeki her şeyi
yaratan odur ve her şey, onun kendisine verdiği görevleri yapmaktadır. Bizleri
de, yapmakta olduğumuz şeyleri de yaratan Allah'tır (Saffat/96). O dilemeyince biz
dileyemeyiz bile (Tekvir/29).
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ*
“Vallahü halekkkaküm ve
ma ta'melun. “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır. ” (Saffat/96)
وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ
الْعَالَمِينَ
“Ve ma teşaune illa en
yeşaallahu rabbul'alemiyne. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (Tekvir/29).
Evrendeki bütün sevgilerin temelinde de Allah
sevgisi vardır. Allah'ı seven, onun kullarını, yarattıklarını ve yaptıklarını
sever. Sevgi lezzetinden bütün varlıkların faydalanmasını ister. İnsanı da,
yeryüzünde Allah'ın halifesi ve "bütün varlıkları temsil eden en yüce
varlık" seviyesine çıkartacak olan, bu davranış olacaktır.
Nefsin isteklerine aşırı derecede uyarak hep
dünya nimetleriyle uğraşmak, bizi, hayatın gerçek anlamından uzaklaştırır.
Dünya sevgisi, gerçek sevgiye geçişi önler. Kur'ân'da, çeşitli dünya
nimetlerine sahip olma yerilmemiş, bunların sevgisinin Allah sevgisi üzerine
çıkması yerilmiştir (Kur'ân-ı Kerim Tevbe/24).
قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ
وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا
وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم
مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ
اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ*
“Kul in kane abaüküm ve
ebnaüküm ve ihvanüküm ve ezvacüküm ve aşiratüküm ve emvalü nikteraftümuha ve
ticaratün tahşevne kesadeha ve mesakinü terdavneha ehabbe ileyküm minallahi ve
rasulihi ve cihadin fi sebilihi fe terabbesu hatta ye'tiyallahü bi emrih
vallahü la yehdil kavmel fasikiyn. De ki: “Eğer
babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler
size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise,
artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola
erdirmez.” (Tevbe/24).
Sevginin bir ucu Allah, bir ucu insandır. Bu
sevgi, henüz Allah'ın perdeli haline sevgi, tecellilerine sevgidir. Aslında
bütün evren, ondan gelen ve ona duyulan sevgi ile, aşk ile sürüp gitmektedir.
Bu sevgi düzeni, insanın bu dünyaya gelmesinden sonra ortaya çıkmış bir şey
değildir. Sevgi, Allah'a bağlı olarak ezelî ve ebedîdir. Sevginin hastalıklı
durumları olan nefret, kin, haset, kıskançlık v.s. ya sevgiyi engellerler ya da
negatif ürünler çıkmasına neden olurlar. Sevginin bu marazî durumları,
özellikle sevgi ters yönlendirildiğinde, dünya nimetleri üzerinde
yoğunlaştırıldığında ortaya çıkmaktadır. Eğer sevginin temeline Allah,
peygamber, gerçeklik ve doğruluk sevgisi konursa, bu ana sevgi diğer
"nefis hastalıklarını" engellediği gibi, sevgi gücünün her şeye doğru
ve âdil bir şekilde dağılmasını sağlar.
Tasavvufta bir şeyhin, bir erin yol
göstericiliğine, terbiyesine sığınmak çok önemlidir. Kişinin gönlü ne kadar
coşkun, akıl ne kadar yüksek, yeteneği ne kadar çok olursa olsun, eğer uygun
şekilde eğilip yönlendirilmezse, hedefsiz akan bir suya, coşkulu ama amaçsız
bir harekete benzer. Tasavvuf yolunun çilesi çok sabır gerektirdiği, akıl
kuvvetinin yerine çoğu kez ruh kuvveti uyarıldığı için, bu yolda iyice pişmiş
bir şeyhe sığınmak gerekir.
İnsan, ana vatandan o kadar uzağa düşmüştür
ki, bir yol gösterici olmadan dönüş yolunu tekrar bulabilmesine imkân yoktur.
Bu yol din ve şerîat yoludur ki, bu dünyadaki
ferdî ve toplumsal davranışları en güzel, en iyi, en doğru (âdil) bir şekilde
düzenleyerek öte dünyada da mutlu bir hayat yaşamaya yöneliktir. Bu yol
tasavvuf yoludur ki, Kur'ân'ın derinliklerindeki anlamlara, varlık ve olayların
iç yüzlerine, insan ruhunun tâ özündeki Allah'ın "emri"ne
yönelmiştir. İnsanın bu yolda seyretmesi çok daha zordur; yol uzundur, bazen
dayanılmayacak kadar aydınlıklar, bazen her tarafı kapsayan deliksiz
karanlıklar, bazen sonsuzluğa kadar uzanan dümdüz yollar, bazen içine düşülen
kısır döngüler, girdaplar, bazen birdenbire yıldızların ötesine kadar
yükselmeler, bazen sonu gözükmeyen uçurumlara dayanılmaz bir hızla düşüşler...
Rehbersiz bir kişi, bu yolun daha başından döner; eğer ısrar ederse, fazla bir
mesafe alamadan akıl ve ruh dengesini kaybeder. Bu yol, ilkönce insanın kendi
kendisiyle hesaplaşması yoludur; günahlarının farkına varma, bunları sayıp
dökme, tevbe ederek temizlenme yoludur.
Bu yola girecek kişinin bilinci de,
bilinçaltı da tertemiz ve aydınlık olmalıdır. Başkalarının hatalarını görmeden
kendi hatalarımızı görmek, bundan dolayı önce kendimizle hesaplaşmak gerekir.
İnsanlar çılgınca yaşama sarhoşluğundan kurtulup nefislerini, hareket ve
hallerini bir kere mülâhaza etmelidirler. Hattâ bir kere değil, Hz. Muhammed
gibi, günde yetmiş kez tövbe etmeli, kalbinin üzerine konan manevî kirleri
günde yetmiş kere temizlemelidir.
Allah'ın tecellisindendir ve onun oluşu
yürütmesi için gereklidir.
İnsanın kendi nefsinde olup
bitenleri bilmesi ve bunları Allah'ın ilâhî kânûnlarına göre değerlendirmesi,
kendi kendisiyle mücâdele ederek, kendini terbiye ederek özüne ulaşması
mürşitsiz olacak bir iş değildir. Bu yolda erenlerin himmeti, nazarı, terbiyesi
çok önemlidir.
Erenlerin sohbetinde ve gözetimi altında,
Allah'ın hidayeti ile yapılacak bir eğitim, insanı muhakkak ki gönlündeki
doğruluk ve aşk kaynağına ulaştıracaktır.
evrendeki herşey, Allah'ın
bilgisi, plânı ve iradesi dahilinde olmaktadır. Evrene bakarken bu bilinçle
bakmak gerekir. Olayların ve varlıkların gerisindeki gücü iyi tanımak gerekir.
Ayağınıza bir taş değdiği zaman veya birisi bir taş vurduğu zaman taşa kızıp
onu dövmenin, parçalamanın bir mantığı olur mu?
Öyleyse her şeyin Hakk'tan geldiğini bilerek
olaylara, yaratıklara belli bir hoşgörü ile bakmalıdır. Allah her şeyi yapandır
ama, gerek yaptıklarını gerekse insanların gözünü perdelemiştir. Görebilenler
için Allah’ın gerçeği apaçık ortadadır, göremeyenler için ise asla
farkedilmeyecek kadar perdeler altındadır. Âşık, bu perdeleri kaldırmıştır ve
her şeyi apaçık görmekte, gördüklerinin ise çok azını söylemektedir.
İnsanı olgunlaştıracak, hidayete erdirecek
olan sadece okumak veya sohbetlere katılmak değildir; doğru davranış ve
hareketler göstermektir. İnsan için hedef ve son değerlendirme budur; yoksa
okuma ve dinleme bu yolda sadece bir araçtır.
Bunlar
kendileri için bir dünya kuruyor ve yapı taşı olarak siz gençleri
kullanıyorlar. Bunun için iki şeye ihtiyaç duyuyorlar; biri onların istediği
kıvama gelmeniz, yani iyi yetişmeniz. Çünkü yeni yapı taşları bulabilmek için
bunu dışa karşı propaganda malzemesi olarak kullanıyorlar. İkincisi de kayıtsız
şartsız onlara teslim olmanızdır. Bu sayede onlar sizi istedikleri yerde
istedikleri gibi çalıştıracaklardır.
Sizin onlara kayıtsız şartsız teslim olmanızı sağlamanın en kestirme yolu inançlarınızı istismardır. Bunun yolu hurafelerdir. Güzelim üzümlerin o lezzetli suları, ekşitilip şarap yapılınca insanı nasıl sarhoş ediyorsa İslam dininin o güzelim kural ve kavramları da tahrif edilince yani farklı alanlara çekilince sizi sarhoş etmekte ve şuursuz hale getirmektedir.
O cemaat, insanların Kur’an’ı okuyup anlamalarını asla istemez. Bunu siz yaşayarak görüyor olmalısınız. Okunan ya ... ...’nin ya da ... ...’in kitaplarıdır. Dini ana kaynaklar yerine kaynak niteliği olmayan kitaplardan öğrenince sizi din adına istedikleri tarafa çekmeleri çok kolay olmaktadır. Bu cemaatin bu konuda en çok istismar ettikleri kişi Peygamberimizdir. O Allah’ın Elçisi’dir. Gelmiş, dini tebliğ etmiş ve örnek uygulamalarıyla bize rehber olmuş ve bu dünyadan ayrılmıştır. Şimdi bunlar, dine yapacakları iftiraları, peygamberimizi rüyalarında gördüklerini söyleyerek onun ağzından yapmaktadırlar. Bu konuda İsa aleyhisselamı istismar eden Hıristiyanlar gibidirler. Hıristiyanlar İsa aleyhisselamın kilisede bulunduğunu söyler ve kilisenin onu temsil ettiğini insanlara anlatırlar. Bunlar da kendi cemaatlerini bir çeşit kilise gibi saydıklarından Peygamberimizin orada bulunduğunu zihinlerinize kazmaya çalışıyorlar. Böylece siz, onarlı gözünüzde büyütecek, kutsayacak ve onlara kutsal bir bağlılık içinde olacaksınız. Hıristiyanlar da böyle dindarlık numaralarıyla kandırılmaktadırlar. Bunlara karşı koymanın tek yolu dini Kur’an’dan ve peygamberimizin uygulamalarından öğrenmenizdir. Bunun için bu şekilde davrandığına inandığın kişilerle birlikte olmaya çalış. Allah yardımcın olsun.
Sizin onlara kayıtsız şartsız teslim olmanızı sağlamanın en kestirme yolu inançlarınızı istismardır. Bunun yolu hurafelerdir. Güzelim üzümlerin o lezzetli suları, ekşitilip şarap yapılınca insanı nasıl sarhoş ediyorsa İslam dininin o güzelim kural ve kavramları da tahrif edilince yani farklı alanlara çekilince sizi sarhoş etmekte ve şuursuz hale getirmektedir.
O cemaat, insanların Kur’an’ı okuyup anlamalarını asla istemez. Bunu siz yaşayarak görüyor olmalısınız. Okunan ya ... ...’nin ya da ... ...’in kitaplarıdır. Dini ana kaynaklar yerine kaynak niteliği olmayan kitaplardan öğrenince sizi din adına istedikleri tarafa çekmeleri çok kolay olmaktadır. Bu cemaatin bu konuda en çok istismar ettikleri kişi Peygamberimizdir. O Allah’ın Elçisi’dir. Gelmiş, dini tebliğ etmiş ve örnek uygulamalarıyla bize rehber olmuş ve bu dünyadan ayrılmıştır. Şimdi bunlar, dine yapacakları iftiraları, peygamberimizi rüyalarında gördüklerini söyleyerek onun ağzından yapmaktadırlar. Bu konuda İsa aleyhisselamı istismar eden Hıristiyanlar gibidirler. Hıristiyanlar İsa aleyhisselamın kilisede bulunduğunu söyler ve kilisenin onu temsil ettiğini insanlara anlatırlar. Bunlar da kendi cemaatlerini bir çeşit kilise gibi saydıklarından Peygamberimizin orada bulunduğunu zihinlerinize kazmaya çalışıyorlar. Böylece siz, onarlı gözünüzde büyütecek, kutsayacak ve onlara kutsal bir bağlılık içinde olacaksınız. Hıristiyanlar da böyle dindarlık numaralarıyla kandırılmaktadırlar. Bunlara karşı koymanın tek yolu dini Kur’an’dan ve peygamberimizin uygulamalarından öğrenmenizdir. Bunun için bu şekilde davrandığına inandığın kişilerle birlikte olmaya çalış. Allah yardımcın olsun.
Bazı
topluluklarda ve cemaatlerde göze çarpan bir takım inanışlar ve anlayışlar var.
Mesela, benim şeyhim Peygamber Efendimizden tayin edilmiştir, deniliyor...
Şeyhin veya liderin resmine rabıta kurma gibi uygulamalar görülüyor... Şeyh
efendi tartışılmaz, şeyh efendi hata yapmaz, diyenler bulunuyor... “Sadece Allah’tan
dilekte bulunmak ve yardım istemek” gerekirken yatırlarda ve
türbelerde medfun kişilerden dilek dilemekten tutun da, şeyhlerden kurtuluş ve
yardım istemeye kadar davranışlar müşahede ediliyor. Örnekleri daha da
çoğaltabiliriz... Böylesi anlayışları ve inanışları genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sizce bu görüşler neden ileri geliyor ve nereden kaynaklanıyor?
Ölülerden
dilek dilemek ancak müşriklerin yapabileceği bir iştir. Bizim ölülere bir
hayrımız dokunabilir ama onların bizim için yapabilecekleri bir şey yoktur.
Şeyhlerin manevi yardımı, bize öğretmenlik yaparak öğretecekleri doğru bilgiler ve verebilecekleri nasihatler dışında olmaz. Darda kalmış kişiler, “ Ya falan !” “ Ya filan !” diye bazı şeyhleri, bazı din büyüklerini yardıma çağırıyorlar ki bu da Kur'an-ı kerimin çok sayıda ayetine açıkça aykırıdır:
Şeyhlerin manevi yardımı, bize öğretmenlik yaparak öğretecekleri doğru bilgiler ve verebilecekleri nasihatler dışında olmaz. Darda kalmış kişiler, “ Ya falan !” “ Ya filan !” diye bazı şeyhleri, bazı din büyüklerini yardıma çağırıyorlar ki bu da Kur'an-ı kerimin çok sayıda ayetine açıkça aykırıdır:
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ
السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا
تَذَكَّرُونَ*
"Emmey yücibül mudtarra
iza deahü ve yekşifüs sue ve yec'alüküm hulefael ard e ilahüm meallah kalilem
ma tezekkerun.Darda kalmış kişi çağırdığı zaman onun yardımına kim
yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah
ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz."
(Neml 27/62)
Allah'ın
her şeye gücü yeter, ama biz aciziz. Dolayısıyla bütün isteklerimizi Allah'tan
istememiz gerekir. Çünkü Allah'ın onaylamadığı bir istek, bir başkası
tarafından da yerine getirilemez. Zaten Allah'tan başka tanrı edinme, bazı
konularda manevi yardım görme ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple
Kur’an-ı Kerim böyle davranışları şirk sayar. Bir ayet-i kerimede şöyle
buyurulmuştur:
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ
يُنصَرُونَ*
لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُندٌ
مُّحْضَرُونَ*
"Vettehazu min dunillahi
alihetel leallehüm yünsarun* La yestetiy'une nasrahüm vehüm lehüm cündüm
muhdarun.
Belki
kendilerine yardımları dokunur diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Ama
onların yardıma güçleri yetmez. Oysaki kendileri onlar için hazır askerdirler."
(Yasin 36/74-75)
Bir
kimsenin Peygamber Efendimiz tarafından tayin edilmesi söz konusu olamaz. İlk
halifeyi dahi tayin etmemiş olan Hz. Peygamber tutup da herhangi bir kimseyi
şeyh olarak tayin etmez. Hz. Peygamber bu dünyadan ayrılmış, bize Kur’an-ı
Kerim’i ve kendi sünnetini bırakmıştır. Bunlara uyanlar hak yolda, uymayanlar
da sapıklıktadır.
Şeyhin resmine rabıta kurmak gibi uygulamalar Şeriatın en ağır yasağı kapsamına girer. Putperestlik böyle başlamıştır. Çünkü rabıtayı bir gönül bağı, bir sevgi bağı
Şeyhin resmine rabıta kurmak gibi uygulamalar Şeriatın en ağır yasağı kapsamına girer. Putperestlik böyle başlamıştır. Çünkü rabıtayı bir gönül bağı, bir sevgi bağı
şeklinde değil, şu şekilde tarif etmektedirler. "Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin
ruhâniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve
kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir." Allah ile kulun
arasında şeyhin ruhaniyeti ne arıyor? Neden şeyh, müritlerinin Allah’ın
ayetlerini düşünmelerini değil de kendini düşünmelerini istiyor. Yoksa Allah’ın
dinini alet edinerek insanları kendine mi davet ediyor?
“Şeyh efendi tartışılmaz, şeyh efendi hata yapmaz” deniyor. Hz. Peygamber’in dahi hata yaptığı Kur’an ayetleriyle sabitken, şeyhin hata yapmayacağını söylemenin Kur’an’a açıkça aykırı olacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bizim gibi bir insan olduğunu açıkça vurgulamıştır:
“Şeyh efendi tartışılmaz, şeyh efendi hata yapmaz” deniyor. Hz. Peygamber’in dahi hata yaptığı Kur’an ayetleriyle sabitken, şeyhin hata yapmayacağını söylemenin Kur’an’a açıkça aykırı olacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bizim gibi bir insan olduğunu açıkça vurgulamıştır:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ
مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ
يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ
رَبِّهِ أَحَدًا*
“Kul innema
ene beşerum mislüküm yuha ileyye ennema ilahüküm ilahüv vahid fe men kane yercu
likae rabbihi felya'mel amelen salihav ve la yüşrik bi ibadeti rabbihi ehada. De ki, «Ben başka
değil, sizin gibi bir beşerim. Sizin ilahınızın yalnızca bir tek ilah olduğu
bana vahy edilmektedir»” (Kehf 18/110)
“Peygamberleri onlara demiştir ki;
قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ
مِّثْلُكُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا
كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ
فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ*
«Kalet
lehüm rusülühüm in nahnü illa beşerum mislüküm ve lakinnellahe yemünnü ala mey
yeşaü min ibadih ve ma kane lena en ne'tiyeküm bi sültanin illa bi iznillah ve
alellahi fel yetevekkelil mü'minun. Biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz ki.”
(İbrahim, 14/11)
Muhakkiklerin indinde
zikir üç kısma ayrılır:
Birincisi, lisan ile
yapılan zikir.
İkincisi, kalbî zikir.
Üçüncüsü ise, zikr-i
hakikîdir.
Kalbî zikir demek zikredilenin vecdiyle
kalbin huzuruna ermesidir. Allah'ı zikrederek kalbe davet etmek ve kalbini Allah'a
mekan olarak tahsis etmek, kalbi mâsivâullahtan temizlemektir İnsan Allah'ı
zikrederken , kendi nefsini dahi unutacak dereceye gelmelidir. Allah'ın
zikrinde kendini kaybetmelidir. Böylece zikir ve zikredilen birleşir, bir
haline gelir. Zikirde tevhid budur. Zikirde tevhide ulaşırlar. Hakikî mertebeye
ulaşmış olurlar.
Zikr-i hakikî, Hakk
Tealinin seni ezelde zikretmesini müşahede etmendir. Ve kendi zikrinin
şühûdundan halas olmaktır. Ibn-i Atâ bir hadis-i kudsîyi rivayet ederek şöyle
dedi: Allah u Teala Dâvud(as)'a vahyederek şöyle buyurdu: "Ey Davud, benim
kendilerini zikretmemden dolayı ferahlasınlar ve bu nimetin kıymetini
bilsinler." Yani benim kendilerini ezelde zikretmem münasebetiyle ne büyük
bir lütufla karşı karşıya bulunduklarını idrâk etsinler. Zira onlar yani
insanlar ortada yok iken ben onları yoktan var eyledim. Şayet bu nimetin
farkına varmazlarsa varacakları yer belâ ve âfetlerdir. Bu hadisin mânâsı buna
delalet eder.( HZ.MEVLANA Merâtib-i sülük)
Her insan, gördüğü ve duyduğu şeylere bakarak
Allah’ın varlığına ve birliğine inanır. Sanki gözüyle görmüş ve ona eliyle
dokunmuş gibi buna tanıklık eder. Yoksa hiç kimse “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” diyemez.
Bu sebeple Kur’an’da adı geçen peygamberler, Allah’ın varlığını ispatla meşgul
olmamışlardır. Eğer öyle olsaydı, “Ben tanıklık ederim ki,... “ yerine “ Şu Peygamberin
bildirdiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur.” demek gerekirdi. Kalp
ve akıl insanın önemli karar organlarıdır. Akıl, bir şeyin doğruluğuna veya
yanlışlığına karar verir, kalp ise onu tasdik veya reddeder. Aklın doğru kabul
ettiğini kalp kabul etmeyebilir. Çünkü kalpte duygular ve beklentiler ağır
basar.
Zikir, kişinin edindiği bilgiyi, her an
kullanacak şekilde zihninde hazır tutmasıdır. Bu bilgiyi kalbe veya dile
getirmeye de zikir denir. Zikir, bazen hatırlama anlamına gelir. Bu, unutulan
bir bilginin bulunarak kullanıma hazır hale getirilmesidir.
Zikir, Allah’ın peygamberlere verdiği
kitapların ortak adıdır. Çünkü onlardaki bilgiler her an kullanılacak şekilde
zihinde hazır tutulması gereken bilgilerdir. Onlar zaman zaman dile ve kalbe
getirilir. Allah’ı zikretmek, Allah ile ilgili doğru bilgileri kafaya
yerleştirip dile ve kalbe getirmektir.
(PROF. ABDULAZİZ BAYINDIR -DUADA EVLİYAYI ARACI KOYMAK)
İlim ile ilgili Ayeti Kerimeler
الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ*
عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ
يَعْلَمْ*
“Elleziy 'alleme bilkalem *Allemel'insane ma lem
ya'lem. (4-5)
O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak-4)
شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَـهَ
إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ
إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ*
“Şehidellahü ennehu la ilahe illa hüve vel melaiketü ve ülül ilmi
kaimem bil kist, la ilahe illa hüvel azizül hakim. Allah, melekler ve
ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan
başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir..” (Al-i İmran-18)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ
لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انشُزُوا فَانشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا
مِنكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ
خَبِيرٌ*
“Ya eyyuhelleziyne amenu iza kiyle lekum tefessehu fiylmecalisi
fefsehu yefsehillahu lekum ve iza kiylenşuzu fenşuzu yerfe'illahulleziyne amenu
minkum velleziyne utul'ilme derecatin vallahu bima ta'melune habiyrun. Ey iman edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denildiği
zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size, “Kalkın”, denildiği zaman
da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini
yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücadele-11)
أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء
اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا
يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ*
“Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul
ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la
ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab. (Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,)
yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve
Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. “ (Zümer-9)
وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى
وَالْبَصِيرُ*
“Ve ma yesteil a'ma vel
besiyr.
Kör ile
gören bir olmaz.. .” (Fatır-19)
وَمَا يَسْتَوِي الْأَحْيَاء وَلَا
الْأَمْوَاتُ إِنَّ اللَّهَ يُسْمِعُ مَن يَشَاء وَمَا أَنتَ بِمُسْمِعٍ مَّن فِي
الْقُبُورِ*
“Ve ma yestevil ahyaü ve
lel emvat innellahe yüsmiu mey yeşa' ve ma ente bi müsmiim men fil kubur. Diriler ile ölüler
de bir olmaz. Allah, dilediğine işittirir. Sen, kabirde bulunanlara işittirecek
değilsin..” (Fatır-22)
وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ
وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ
عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ*
“Ve minen nasi ved devabbi vel en'ami muhtelifün elvanühu kezalik
innema yahşellahe min ibadihil ulema' innellahe azizün ğafur. İnsanlardan,
(yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle
çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim
olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok
bağışlayandır.” (Fatır-28)
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَسْتَ
مُرْسَلاً قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُ
عِلْمُ الْكِتَابِ*
“Ve yekulüllezine keferu leste mürsela kul kefa billahi şehidem
beyni ve beyneküm ve men indehu ilmül kitab. İnkâr edenler, “Sen
peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah
ve bir de yanında kitap (Kur’an) bilgisi bulunanlar yeter.” (Ra’d-43)
قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ
الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا
رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي
أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن
كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ*
“Kalellezi indehu ilmüm minel kitabi ene atike bihi kable ey
yertedde ileyke tarfük felmma raahü müstekirran indehu kale haza min fadli
rabbi li yeblüveni e eşküru em ekfür ve men şekera fe innema yeşküru li nefsih
ve men kefera fe inne rabbi ğaniyyün kerim. Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü
kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş
hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni
denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için
şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız
zengindir, cömerttir.” (Neml-40)
وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ
وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللَّهِ خَيْرٌ لِّمَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا وَلَا
يُلَقَّاهَا إِلَّا الصَّابِرُونَ*
“Ve kalellezine utül ilme veyleküm sevabüllahi hayrul li men
amene ve amile saliha ve la yülekkaha illes sabirun. Kendilerine ilim
verilmiş olanlar ise, “Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara
Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler
kavuşturulur” dediler.” .(Kasas-80)
بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي
صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا
الظَّالِمُونَ*
“Bel hüve ayatüm beyyinatün fi sudurillezine utül ilm ve ma
yechadü bi ayatina illaz zalimun. Hayır, o,
kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim
âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder..” (Ankebut-49)
وَإِذَا جَاءهُمْ أَمْرٌ مِّنَ
الأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى
أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلاَ
فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلاَّ
قَلِيلاً*
“Ve iza caehüm emrum minel emni evil havfi ezau bih ve lev
radduhü iler rasuli ve ila ülil emri minhüm lealimehüllezine yesmebitunehu
minhüm ve lev la fadlüllahi aleyküm ve rahmetühu letteba'tümüş şeytane illa
kalila.
Kendilerine
güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu
yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere
götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek
nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve merhameti
olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” (Nisa-83)
وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ
وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّت طَّآئِفَةٌ مُّنْهُمْ أَن يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ
إِلاُّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِن شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ
اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا*
“Ve lev la fadlüllahi aleyke ve rahmetühu lehemmet taifetüm
minhüm ey yüdilluk ve ma yüdillune illa enfüsehüm ve ma yedurruneke min şey' ve
enzellellahü aleykel kitabe vel hikmete ve allemeke ma lem tekün ta'lemv ve
kane fadlüllahi aleyke aziyma. (Ey Muhammed!) Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı,
onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini
saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve
hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu
çok büyüktür.” (Nisa-113)
إِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسى ابْنَ
مَرْيَمَ اذْكُرْ نِعْمَتِي عَلَيْكَ وَعَلَى وَالِدَتِكَ إِذْ أَيَّدتُّكَ
بِرُوحِ الْقُدُسِ تُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَإِذْ عَلَّمْتُكَ
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَإِذْ تَخْلُقُ مِنَ
الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ بِإِذْنِي فَتَنفُخُ فِيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا
بِإِذْنِي وَتُبْرِئُ الأَكْمَهَ وَالأَبْرَصَ بِإِذْنِي وَإِذْ تُخْرِجُ
الْمَوتَى بِإِذْنِي وَإِذْ كَفَفْتُ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَنكَ إِذْ جِئْتَهُمْ
بِالْبَيِّنَاتِ فَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ إِنْ هَـذَا إِلاَّ سِحْرٌ
مُّبِينٌ*
“İz kalellahü ya iysebne
meryemezkür ni'meti aleyke ve ala validetik iza eyyedtüke bi ruhil kudüsi
tükellimün nase fil mehdi ve kehla ve iz alemtükel kitabe vel hikmete vet
tevrate vel incil ve iz tahlüku minet tiyni ke hey'etit tayri bi izni fe
tenfühu fiha fe tekunü tayram bi izni ve tübriül ekmehe vel ebrasa bi izni ve
iz huricül mevta bi izni ve iz kefeftü beni israile anke iz ci'tehüm bil
beyyinati fe kalellezine keferu minhüm in haza illa sihrum mübin. O gün Allah, şöyle
diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi
düşün. Hani, seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken de,
yetişkin iken de insanlara konuşuyordun. Hani, sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı,
İncil’i de öğretmiştim. Hani iznimle çamurdan kuş şekline benzer bir şey
yapıyordun da içine üflüyordun, benim iznimle hemen bir kuş oluyordu. Yine
benim iznimle doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle
ölüleri de (hayata) çıkarıyordun. Hani sen, İsrail oğullarına açık mucizeler
getirdiğin zaman, ben seni onlardan kurtarmıştım da onlardan inkâr edenler,
“Bu, ancak açık bir büyüdür” demişlerdi. “ (Maide-110)
فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِم بِعِلْمٍ
وَمَا كُنَّا غَآئِبِينَ*
“Fe le nekussanne aleyhim bi ilmiv ve ma künna ğaibin. Andolsun, onlara
(yaptıklarını) tam bir bilgi ile anlatacağız. Çünkü biz onlardan uzak değiliz” (Araf-7)
وَمَا لَكُمْ أَلاَّ تَأْكُلُوا
مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ
عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيراً لَّيُضِلُّونَ
بِأَهْوَائِهِم بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ*
“Ve maleküm ella te'külu
mimma zükirasmüllahi aleyhi ve akd fassale leküm ma harrame aleyküm illa madturirtüm
ileyh ve inne kesiral le yüdillune bi ehvaihim bi ğayri ilm inne rabbeke hüve
a'lemü bil mu'tedin. Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram
kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin
sebebi nedir. Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden
(halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir..” (Enam-119)
يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنزَلْنَا
عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْءَاتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوَىَ
ذَلِكَ خَيْرٌ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ*
“Ya beni ademe kad enzelna aleyküm libasey yüvari sev'atiküm ve
rişev ve libasüt takva zalike hayr zalike min ayatillahi leallehüm yezzekkerun. Ey Âdemoğulları!
Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva
(Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu
(giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye
onları insanlara verdik).” (Araf-26)
وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ
فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ*
“Ve le kad ci'nahüm bi kitabin fassalnahü ala ilmin hüdev ve
rahmetel li kavmiy yü'minun. Andolsun biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı,
inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.” (Araf-52)
الرَّحْمَنُ*
عَلَّمَ الْقُرْآنَ*
خَلَقَ الْإِنسَانَ*
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ*
“Er rahman *Alleme
lkur'ane. *Halekal insane. Allemehul beyan. (1-4) Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı.
Ona açıklamayı öğretti.” (Rahman-1,4)
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ
يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ*
“Rabbena
veb'as fihim rasulem minhüm yetlu aleyhim ayatike ve yüallimühümül kitabe vel
hikmete ve yüzekkihim, inneke entel azizül hakim. Rabbimiz!
İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve
hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç
sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”
(Bakara
-129)
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو
عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ*
” Kema erselna fiküm
rasulem minküm yetlu aleyküm ayatina ve yüzekkiküm ve yüallimükümül kitabv vel
hikmete ve yüallimüküm ma lem tekunu ta'lemun. Nitekim kendi
aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap
ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik..” (Bakara
-151)
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ
الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيراً وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُوا
الأَلْبَابِ*
“Yü'til hikmete mey
yeşa', ve mey yü'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira, ve ma yezzekkeru illa
ülül elbab. Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse,
şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar..” (Bakara -269)
وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلاَّ
رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ
تَعْلَمُونَ*
“Ve ma erselna kableke illa ricalen nuhiy ileyhim fes'elu ehlez
zikri in küntüm la ta'lemun. Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım
erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Enbiya
-7)
وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي
بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا
خَبِيرًا*
“Vezkürne ma yütla fi büyutikünne min ayatillahi vel hikmeh
innellahe kane latiyfen habira. Siz evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti
hatırlayın. Şüphesiz Allah en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.” (Ahzab-34)
أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا
وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي
الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا
الْأَلْبَابِ*
“Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul
ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la
ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab. Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,)
yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve
Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer -9)
قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا
اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ
اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ*
“Kul ya ibadillezine amenütteku rabbeküm lillezine ahsenu fi hazihid
dünya haseneh ve erdullahi vasiah innema yüveffes sabirune ecrahüm bi ğayri
hisab.
(Ey
Muhammed!) Bizim adımıza de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı
gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için (ahirette) bir iyilik
vardır. Allah’ın yeryüzü geniştir. Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız
olarak verilir.” (Zümer
-10)
Hadis : “Allahü
Teala kime iyilik dilerse,onu din alimi yapar, ve dinine zarar verecek şeyleri
ona bildirir, doğruyu gösterir ”(Buhari,Müslim,Muaviye (Bknz:Tecrid-i
Sarik Tercümesi Cilt:1 Sahife:77) (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt=
İlim)
Hadis. “Alimler Peygamberlerin varisleridir”(Ebu
Davut, Tirmizi, İbn Mace, İbn Hibban, Ebu’d Derda’dan sahih senetle rivayettir)
(İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)
Hadis “Faydasız
ilimden Allah’a sığınırız.” (İbn Mace ve Cabir (İmam-I Gazali-İhyau
Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)
Hadis “İlim
öğrenmek her müslümana farzdır.” (İbn Mace,Enes, İmam Ahmed ve İmam Beyhaki (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd
Din 1. Cilt= İlim)
Bu, İslam'da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olmayan bir dinin mensubuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinlerinden kaynaklanan bir ayırıma izin vermez.
Hadis
“Kime Allah ve
Rasülü’nden (s.a.v) bir fazilet ulaşırda onunla amel ederse, söylenildiği gibi
olmasa bile Allah ona o amelin sevabını verir.”( Heysemî,
Mecmau’z-Zevâid, I, l49. Değişik bir rivayet Bkz: Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 236
(h no: 2420).
“Kim benden (nakille) hak bir şey rivayet ederse, ben onu söylememiş olsam bile söylemiş sayılırım. Kim de (benden) batıl bir şey rivayet ederse, (onu reddedin, çünkü) ben batıl söylemem.” Benzeri bir hadis için Bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, l50.
“Kim benden (nakille) hak bir şey rivayet ederse, ben onu söylememiş olsam bile söylemiş sayılırım. Kim de (benden) batıl bir şey rivayet ederse, (onu reddedin, çünkü) ben batıl söylemem.” Benzeri bir hadis için Bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, l50.
Hadis Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyleyen
kimse, Cehennem'de azâb görecektir.(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir saat ilim
öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır.
(Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)
İlim, Çin'de de
olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana
farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i
Mâce)
İlmi ile amel
edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir.
(Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen
koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle
çoğalır. (Hazret-i Ali)
Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü
sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise,
sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)
Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini
tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey
bulamadım. (Lokman Hakîm)
İlimden başka her şey insanı usandırır.(M.
Sıddîk bin Saîd)
Hadîs-i Kudsî:
Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri
ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i
şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve
bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
“Kulum
bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ
ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de
azâbımdan
emin olur, kurtulur.” (Seâdet-i
Ebediyye)
VEDA HUTBESİ “Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise
topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın
Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.”
Mucize ile ilgili
Mu’cize; Peygamberliğini bildiren bir Peygamberden, hiç kimsenin
i’tirâz edemediği, âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna
gelen âdet dışı hâdiselerdir. Evliyânın kerâmetleri ve kâfirlerin istidrâcları,
mu’cize ta’rifinin dışındadır. Zîrâ; Evliyâ; Nübüvvet da’vâsında bulunmaz.
Dalâlet ehlinden, her ne kadar nübüvvet da’vâsında bulunanlar düşünülebilse de,
Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, onlar hârikul’âde işler yapmak
istedikleri sırada, bu şeyler onlardan meydâna gelmez. Gelse bile bunlara karşı
çıkan ve iddiâlarının aksini söyliyen bulunur. Bu da onların da’vâlarının
aslsız olduğunu gösterir.(MAHMUD BİN OSMAN LAMİ ÇELEBİ- ŞEFAHİD-ÜN NÜBÜVVE PEYGAMBERLİK
MÜJDELERİ)
Laiklik-teokrasi
Devlet bir kurumdur. Kurumların dini
olmaz, insanların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahiretle
ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini
olmaz.
Devleti veya bir kurumu idare edenler,
kendi inançlarını idarelerine yansıtırlar. Bu tabii bir durumdur.
Müslümanların hakim olduğu devlete islam devleti, hırıstiyanların hakim
olduğu devlete de hırıstiyan devleti denmesi bundandır.
Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp
ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünyasındadır. İnsan burada alabildiğine hürdür.
Hiçbir inanç, insana zorla kabul ettirilemez. En baskıcı rejimler dahi bunu
başaramazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد
تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن
بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا
وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ*
“La ikrahe fid dini kad tebeyyener ruşdü minel ğayy, fe mey
yekfür bit tağuti ve yü'mim billahi fe kadistemseke bil urvetil vüska lenfisame
leha, vallahü semiun alim. Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice
ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen
sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Bakara 2/256)
Bu sebeple müslümanlar kimseyi müslüman olmaya veya müslüman gibi davranmaya
zorlayamazlar; tam tersine her kese inandığı gibi yaşama imkânı verirler. Bu
böyle olduğu için müslümanların devleti, din devleti yani teokratik devlet olamaz.
Onlar, insanları Allah adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöneten
sevap kazanır. Kötü yöneten ise onun sorumluluğunu üstlenir. Türkiye'de din
deyince İslam anlaşılır. Bu dinin bir peygamberi, bir de Kitabı vardır.
Müslüman olmak isteyen, o peygamberin gösterdiği ve bu Kitab'ın bildirdiği
gibi inanır ve yaşar. Yani Kur'an'a uyar.
Din devleti demek doğru olmadığı gibi dinsiz devlet demek de doğru değildir.
Dindarlık veya dinsizlik sadece insanla ilgili bir kavramdır. Bu sebeple hiç
kimse, din konusunda devlete ait bir kurum veya kuruluş adına konuşamaz.
Çünkü bu kurum ve kuruluşar, aynı inanca mensup kişilerin oluşturduğu bir
dinî cemaat değildir. Dinî bir konuda bunlar adına konuşan kişi, kendi inancını
o kurum veya kuruluşlara mensup kişilerin inancı gibi göstermiş olur ki, buna
kimsenin hakkı yoktur.
Devletin vatandaşı ile ilişkisi dinî veya ideolojik boyutta değil,
adalet boyutunda olmalıdır. Devletin temel görevi, adaleti, iç ve dış güvenliği
sağlamak, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerine engel olan şeyleri
ortadan kaldırmaktır. Devlet baskısı ile inanmış gözükenler vücuda alınmış
mikrop gibi olur, güçlü hale gelince hastalık yaparlar.
Devlet güneş gibi olmalıdır. Güneş nasıl müslüman, hırıstiyan,
yahudi, zengin, fakir ve ırk ayırımı yapmadan herkese aynı mesafede ise
devlet de vatandaşlarına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.
Laiklik Fransa'da doğmuştur. Fransızca'da dinî
kuruluşların hakimiyetinden bağımsız olan kuruma Laik (laic veya laique) denir (Büyük Larousse
Ansiklopedisi, Laik maddesi). Bu ülkede dinî kuruluş deyince
Katolik kilisesi anlaşılır. Lâiklik mücadelesi hırıstiyanlığa karşı değil,
kiliseye karşı verilmiştir.
Türkiye'deki resmi belgelerde de lâiklik dine karşı
değildir. Anayasa'nın 2. maddesi şöyledir:
"Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir. "
Anayasa'nın 26. maddesi de düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti vermiştir. Maddenin giriş cümlesi şöyledir:
"Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya
başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir..."
Anayasa'nın böyle olması tabiidir. Zaten İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirgesi'nin 16. maddesi şöyledir:
"Hakları
güvence altına alınmamış, kuvvetlerin ayrılığı belirlenmemiş toplumların
anayasaları yok demektir."
Anayasa'nın Başlangıç'ında da; ".. lâiklik ilkesinin gereği kutsal din
duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı.."
ifade edilmiştir. Demek ki vatandaşa hizmet götürülürken dinî inançlarına
göre ayırım yapılamaz.
Bütün bu durumlara göre laiklik, dine karşı değil
devletin dinî kurumların hakimiyetine girmesine karşıdır.
Bu, İslam'da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olmayan bir dinin mensubuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinlerinden kaynaklanan bir ayırıma izin vermez.
Bütün bu durumlara göre laiklik, dine karşı değil
devletin dinî kurumların hakimiyetine girmesine karşıdır.
İslam'da devleti hakimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur.
Fransa'da kiliseye karşı yürütülen laiklik mücadelesi bir kaç asır sürmüş ve
çok kanlı olaylar meydana gelmiştir ama Türkiye Cumhuriyeti lâikliği kabul ederken
hiçbir dinî kuruluşun tepkisini almamıştır. Çünkü İslamda hem devleti hakimiyeti
altına alacak bir dinî kurum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki
tamınların İslam'a aykırı bir yanı yoktur. Ayrıca İslam'da ruhban sınıfı da
bulunmaz. Hiç kimse bu dini, insanlar üzerinde nüfuz sağlamanın aracı olarak
kullanamaz. Camiler de kilise teşkilatı gibi değildir
İslam, inançlara baskı yapılmasını kabul etmez. Bir kimsenin müslüman
olması tamamen kendi kararına bağlıdır. Bunun için bir dinî kuruluşun onayı
aranmaz. Vaftize benzer bir törenin yapılması da sözkonusu değildir. Çünkü
İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hareket edebilir. Allah
müslüman olmayı öyle bir kaideye bağlamıştır ki, buna kimse karışamaz. Çünkü
dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile
tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası insanın en
hür olduğu yerdir. Bu sebeple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara
zorlanamaz.
Bir müslüman, öncelikle hurafelerden uzak bir inanca sahip olmalıdır.
Bunun en güvenli yolu, inancını Kur'an'dan öğrenmesidir. Kur'an, bütün
insanlığı yaratan Allah'ın kitabı olduğu için inancını Kur'an'dan öğrenenler
bütün insanlığı kucaklayan ve herkese karşı anlayışlı davranabilen ufku açık
insanlar olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ
فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا
لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا
بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا*
“Ve kulil hakku mir rabbiküm fe men şae fel yü'miv ve men şae fel
yekfür inna a'tedna liz zalimine naran ehata bihim süradikuha ve iy yesteğiysu
yüğasu bi mani kel mühli yeşvil vücuh bi'seş şerab ve saet mürtefeka. De ki: “Hak,
Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Biz zalimlere
öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre
kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, maden eriyiği
gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir
içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir.” ( Kehf 18/29)
مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن
ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا
كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً*
“Menihteda fe innema yehtedi li nefsih ve men dalle fe innema
yedillü aleyha ve la teziru vaziratüv vizra uhra ve ma künna müazzibine hatt
neb'ase rasula.Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim
de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın
günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsrâ
17/15)
Müslümanlığı doğru öğretmek için, Kur'an meali okullarda ders olarak
okutulmalıdır. Bu, aynı zamanda hurafelere karşı güvenli ve etkin bir
mücadele olur.
Anayasaya göre, "..devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini
veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak
veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu
kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla.." siyasi parti kurulamaz”( Anayasa'nın 14.
maddesinde, Anayasanın 69. maddesinde siyasi partilerin 14. maddedeki
sınırlamaların dışına çıkamayacağı yazılıdır.)
Anayasa böyledir ama ideolojilerini öne çıkaran kimi
idarecilerin halkı kendileri gibi inanmaya zorlayan tavırları dil, ırk, din ve
mezhep farklılığına dayalı partilerin kurulmasına ortam hazırlamıştır.
Bunlara karşı başka partiler de kurulunca birdenbire çok sayıda parti ortaya
çıkmış ve her biri kendine taban bulabilmiştir.
Bu durum gereksiz sürtüşmelere, vatandaşların
sınıf ve zümrelere ayrılması gibi tehlikeli sonuçlara yol açmakta, ülkenin
gücü ve imkanları bu çark içinde heba olup gitmektedir. İdarecilerin kendi
ideolojlerini kabul ettirme çabaları, karşı ideolojileri devlete hakim olma
mücadelesine sokmuştur. Bir çok siyasi parti, bir hizmet yarışı ortaya koyma
yerine temsil ettiği ideolojiyi hakim kılma ve yandaşlarını devlet
imkanlarından yararlandırma yarışına girmiş görünmektedir. Böyle bir ortamda
sonu alınmaz çatışmaların olması kaçınılmazdır.
Bu ortamı doğuran hukuki
ve sosyal sebepler ortadan kaldırılmazsa sonuç alınamaz. Nitekim 12 Eylül
1980'den sonra siyasi parti sayısını azaltma gayreti başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Artık %20 ler civarında oy alan partiler Türkiye'nin en büyük
partileri olarak hükümet kurmaktadırlar.
İdeolojik davranışlara son verilecek olsa partiler
kendi ideolojilerini hakim kılmaktan vazgeçerek ülke kalkınması için hizmet
yarışına girmek zorunda kalırlar.
Türkiye'de en büyük çatışma, İslam dinine karşı yaşanmaktadır.
Bu durumda dine dayalı parti konusu özel bir önem taşır.
İslâmî parti olmaz ama müslümanların partisi olabilir. İkisi arasında
fark vardır. İslam bir dindir. Bu dinin hedefi kişilerdir. O, dünyalık elde
etmenin aracı olarak kullanılamaz. Dini tebliğ ile görevli peygamberlerin ortak
sözü şudur:
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ
أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ*
“Ve ma es'elüküm aleyhi min ecr in ecriye illa ala rabbil alemin. Buna karşılık
sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan
Allah’a aittir.” (Şuarâ
26/180)
İslamı, iktidara gelmenin bir vasıtası olarak kullanmak yanlıştır. O
zaman yetkili makamda bulunanlar İslama duygusal yaklaşırlar. Zira hiç kimse
elindeki imkanları kaybetmek istemez. Ayrıca bu davranış iktidar hırsıyla
yanıp tutuşanları da harekete geçirir. Sonunda kimileri iktidarı elden kaçırmamak
için dine karşı çıkarken, kimileri de iktidara gelebilmek için dini kullanırlar.
Her ikisi de dini, gereği gibi düşünmeye ve bir etki altında kalmadan o
konuda karar vermeye engel olur.
İslamın partisi olmaz ama müslümanların
bir veya birden çok partisi olabilir. Bunlar programlarını ortaya koyar,
gerekli bilgi birikimi ve tecrübeye sahip olduklarını gösterir ve iktidar
mücadelesine katılırlar. İktidara gelirlerse din adına değil, kendi
adlarına yönetirler. İyi yönetirlerse sevabı kendilerine, kötü yönetirlerse vebali
yine kendilerine olur. Çünkü İslamda yanlış olmaz ama müslümanda olabilir.
Anayasanın 24. maddesine göre "Kimse .. her
ne suretle olursa olsun, dini veya din
duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüya
kullanamaz."
Din
istismarının adı ikiyüzlülük ve münafıklıktır. İkiyüzlü ile gerçek dindarı ayırmak zordur. Hele insanlara
dinleri konusunda problem çıkarılırsa ikiyüzlüler için bulunmaz bir fırsat
doğar. Bu defa gerçek dindarlar din istismarcılğı ile suçlanırlar. Bu da her
şeyi alt üst eder. Türkiye'de yaşanan budur. Bir de her türlü dinî görüntüye,
laiklik adına karşı çıkan, dinî eğitime darbe vurup insanları dinlerinden
uzaklaştırmayı çağdaşlık sayanların, kendilerine duyulan tepkileri azaltmak
için zaman zaman çıkıp dine saygılı olduklarını, fakat din istismarına karşı
olduklarını söylemeleri yok mu, İşte bu tavır, daha büyük tepki toplamakta ve
dindarlara, alaya alındıkları duygusunu vermektedir.
İkiyüzlüler Hz. Peygambere de sıkıntı çektirmişlerdi. Kur'an'da bu konuda
bir çok uyarı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا
بَرَزُوا مِنْ عِندِكَ بَيَّتَ طَآئِفَةٌ مِّنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ
وَاللّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ
وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً*
“Ve yekulune taatün fe iza berazu min indike beyyete taifetüm
minhüm ğayrallezi tekul vallahü yektübü ma yübeyyitun fe a'rid anhüm ve
tevekkel alellah ve kefa billahi vekila. Sana “baş üstüne” derler. Fakat senin yanından
çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin; (senin gündüz) söylediklerinin
aksini kurarlar. Allah, onların geceleyin kurduklarını yazmaktadır. Sen onlara
aldırma. Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.” (Nisa
4/81)
Din evrensel ve zamanüstüdür. Yani dinin
zamana ve mekana bağlı olmayan değişmez kuralları vardır. Devlet politikaları
ve kanunlar ise zamana, mekâna ve ihtiyaçlara göre değişir. Bir devlet, eğer
din ve vicdan hürriyetini tanırsa kanunlarını ve politikalarını ona göre düzenler.
Çünkü dine yapılacak müdahaleyi hiç bir dindar kabul edemez.
Meselâ,
Nur Suresi'nin 31. ayeti, müslüman kadınların başlarını örtmelerini emreder.
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ
أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا
مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا
يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء
بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ
إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ
نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي
الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى
عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ
مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ*
“Ve kul lil mü'minati
yağdudne min ebsarihinne ve yahfazne fürucehünne ve la yübdine zinetehünne illa
ma zahera minha vle yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne ve la yübdine
zinetehünne illa li büuletihinne ev abaihinne ev abai büuletihinne ev ebaihinne
ev ebnai büuletihnne ev ihvanihinne ev beni ihvanihinne ev beni ehavatihinne ev
nisaihinne ev ma meleket eymanühünne evit tabiiyne ğayri ülil irbeti miner
ricali evit tiflillezine lem yazheru ala avratin nisai ve la yadribne bi
ercülihunne li yu'leme ma yuhfine min zinetihinn ve tubu ilellahi cemian
eyyühel mü'minune lealleküm tüflihun. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar,
ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet
(yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar
salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının
babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek
kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin
oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden,
yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem
yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler.
Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler,
hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nur Suresi-31)
Bu
emir, ilk günden beri tartışmasız uygulanmıştır. Bugün, hem Türkiye'de hem de
diğer İslam ülkelerinde müslüman kadınlar başlarını örterler. Tutulur kimi
yerlerde kadınların başlarını örtmesini yasaklanırsa bütün müslümanların
tepkisi alınır. Kur'an var oldukça bu tepki sona ermez.
Bu tepki olduğu sürece onu istismar edenler de olur. Bir parti
başörtüsünü savunur, diğeri karşı çıkar. Buna ateistlerin ve İslama uzak
kimselerin, dini vicdanlara sıkıştırma gayretleri de eklenince lâiklik
dinsizlik olarak uygulama alanı bulur. Artık akıl değil, duygular öne çıkar.
Bu durumda partilere oy verenler de duygularıyla hareket ederler. Partilerin
ülke kalkınması, birlik ve beraberlik için ne yapacağı onları çok
ilgilendirmez. Partilerden birine oy veren için önemli olan dininin emrini
yerine getirme imkanını elde etmek, diğeri için önemli olan da buna mani olmaktır.
Böylece her iki parti de tepki oylarıyla parlamentoya girer ve siyasal
dengeleri bozarlar. Dürüst politikacılar ise ya silinip gitme pahasına dürüstlüğe
devam ederler, ya da menfaatlerini düşünerek politikalarını değiştirme
zorunluluğu hissederler.
Halbuki bizim devlet geleneğimize uygun olarak devlet dine
karışmasa, dinî duyguları istismar mümkün olmaz. Böylece kendi elimizle
kendimizi tehlikeye atmamış oluruz. O zaman dürüst politikacıların işi
kolaylaşır, siyasi parti sayısı kendiliğinden ikiye ya da üçe düşer. Çünkü
istismar edilecek bir şey kalmayınca ciddi politikalar üretmek gerekir. Bu da
zor iştir. Bilgi birikimine, alt yapıya ve yeterli donanıma sahip olmayı
gerektirir. Ama istismar kolaydır. Kim daha çok bağırır ve daha çok yalan
söylerse daha çok taraftar bulabilir.
sünniler
devletlerini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kurmuşlardır.
Dört halife döneminde devlete ad bile konmamıştır. Bunlar boşuna değildir.
Arada bu kadar fark varken şiiler ile ehl-i sünneti aynı saymak kabul edilemez
bir hata olur.( PROF. ABDULAZİZ BAYINDIR- DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ
TEOKRASİ VE LAİKLİK)
EVLİYÂ:
Velî kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Velî)
1. Dostlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ
أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ
فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ
نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ*
“La yettehizil mü'minunel kafirine evliyae min dunil mü'minin, ve
mey yef'al zalike fe leyse minallahi fi şey'in illa en tetteku minhüm tükah, ve
yühazzirukümüllahü nefseh, ve ilellahil masiyr. Mü’minler,
mü’minleri bırakıp inkârcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir
ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır.
Allah, asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü
dönüş Allah’adır.” (Âl-i
İmrân sûresi: 28)
2. Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin
esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar,
devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ*
“E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun. Bilesiniz ki,
Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. “ (Yûnus
sûresi: 62)
Allahü teâlâ buyurdu ki: "Evliyâmdan birine düşmanlık
eden, benimle harb etmiş
olur..." (Hadîs-i
kudsî-Buhârî)
Evliyâ
görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ).
Evliyânın alâmeti üçtür:Birincisi, derecesi
yükseldikçe tevâzûsu, alçak gönüllülüğü artar.İkincisi, elinde imkân bulunduğu
halde dünyâya değer vermez. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde
merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz. (Ebû Abdullah Seczî)
Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun
üzerine Hak teâlânın bir perde örtmemesi, onu halkın gözünden gizlememesi
mümkün değildir. "Evliyâm
kubbelerim altında (saklı)dır. Onları benden gayrısı tanıyamaz." hadîs-i
kudsîsinin mânâsı da budur. Burada bildirilen "Kubbeler", beşeriyyet
sıfatlarıdır. Pamuktan veya başka maddelerden dokunmuş perde değildir. İnsanlık
sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, Hak teâlâ hazretleri açık bir kusur
kılar veya bir hünerini ayıp sûretinde gösterir. "Onu Allah'tan başka
kimse tanıyamaz." demek, "İçi ilâhî irâde nûru ile dolu olmayan
kimseler o velîyi anlıyamaz" demektir. Ancak o nûr ile nurlanan kimseler
anlayabilir. (Alâüddevle Semnânî)
Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın
elinden kurtulur, her an Allahü teâlâ ile berâber
olur. (Yahyâ bin Muâz)
Allahü teâlânın evliyâsı büyük günâh
işlemekten mahfûzdurlar, korunmuşlardır. (Kuşeyrî)
Evliyânın huzûruna boş olarak gelmelidir ki,
dolu olarak dönülebilsin. Onların acıması,
ihsânda bulunması için, boş olduğunu
bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır.(İmâm-ı Rabbânî)
VELÎ (El-Veliyyü):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel
isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara
yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini
sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri
sevmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ
اتَّبَعُوهُ وَهَـذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللّهُ وَلِيُّ
الْمُؤْمِنِينَ*
“İnne evlen nasi bi ibrahime lellezinettebeuhü ve hazen nebiyyü
vellezine amenu, vallahü veliyyül mü'minin. Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı,
elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da
mü’minlerin dostudur.”
(Âl-i İmrân sûresi: 68)
Her Cumâ gecesi el-Veliyyü ism-i şerîfini
söyliyenin işleri kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)
2. Bir çocuğun veya kadının babası yoksa
baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya
bunların vasî tâyin ettikleri kimse.
Eskiden müslümanlar dînî nikâhın dört
mezhebe uygun yapılmasına çok dikkat ederlerdi.
Şâfiî ve Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinde
nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliğa olan kıza da velînin izin
vermesi lâzımdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Baba yoksa, babanın babası ve
onun babasıdır. Bunlardan sonra erkek kardeşidir. Bundan sonra, erkek kardeş
oğlu, sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu ve onun oğludur. (Saîdüddîn
Fergânî)
3. Vasî. Meyyitin (ölünün) hayatta iken,
öldükten sonra namaz keffâreti ve daha başka
işlerini yapması için vasiyyet ettiği kimse
veya vârislerden (mîrâsçılarından) biri.
Bir kimse, ağır hasta olursa, öldükten sonra
namaz keffâreti yapılması için vasiyyet
etmesi, velîsinin de bu vasiyyeti yerine
getirmesi lâzımdır. (Tahtâvî)
4.Allahü teâlânın rızâsını kazanmış sevgili
kulu; her şeyi Allahü teâlâ için seven ve her işi O'nun rızâsı için yapan, her
an Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren. (Bkz.Evliyâ)
“Bir velî kuluma
düşmanlık eden, benimle harb etmiş gibi olur.” (Hadîs-i kudsî-Mektûbât)
“Allah'ın
velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hâtırlanır.” (Hadîs-i şerîf- Râmûz-ül-Ehâdîs)
Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra haramlardan sakınmak ve farz
olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek
kalbi temizlenir ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı
Cânân)
Velîlerin kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O
kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb
erişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Eğer insanlar velî zâtların kadrini,
kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı,
herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı
edebli olurdu. Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve
karşılaştığımız bir kimse de Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir.
(Dâvûd-i İskenderî)
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak
için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp,onun sözlerinden Ehl-i sünnet
îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara
uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir.
Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu
daha kuvvetli olur. (Echûrî)
Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil, Biri
ol ki, görenin gönlü ona mâil olur. Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, Her
ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur. Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun, Şer'
ile âdâb ile her zaman âmil olur.(Erbâb-ı dil: Gönül ehli. Mâil: Meyleden, akan
Nişan: Alâmet Kâil olmak: Kabûl etmek,Şer'i din: İslâmiyet. Âdâb: Edebler. Âmil
olur: Yapar) (M. Sıddîk Gümüş)
MÜRŞİD:
İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât.
İyi bir müslüman olmaları için, insanları
terbiye eden, âlim ve velî.
Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler
(yolun sonuna kavuşanlar) iki türlüdür: Birincisi Resûlullah'ın sallallahü
aleyhi ve sellem izinde giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için
(doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir.
İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile
vazîfeli olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok
sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, Allahü
teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı
Cân-ı Cânân)
Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun
kalbinden feyz alması da o kadar çok olur.
Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü
teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn
ibni Arabî)
Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru
yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük
zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin)
kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker
Genc)
Mürşîd-i Kâmil:
Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış,
evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış,
kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren
rehber zât.
Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına
(kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir. Onun
teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları insanların
kalbinden siler, süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşîd-i kâmillerin en üstünleri, dört
mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zâm Ebû
Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel'dir.Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. (Abdülhak-ı
Dehlevî)
Mürşid-i kâmil, mürîdi evvel ehl-i hal ider mSonra, Fahr-i
kâinâtın bezmine idhâl ider
Nice yıllar sa'y ile eremediği menzileBir nefeste mürşid-i
kâmil onu îsâl ider (Abdülehad Nûrî)
TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen
olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib
ettikleri yol.
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye
başlayan tarîkatların fert ve cemiyet
hayâtında büyük te'sirleri olmuştur.
İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar.Riyâ ve
gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular.
Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten
kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler.
İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın
birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka
başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden
âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları
yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişlerdir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler
uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve
Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde
yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar,
hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı
alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler.
(Abdülhakîm Arvâsî)
CEMÂAT:
Topluluk.
1.
İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
Cemâatle
kılınan namaza, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi kat fazla sevâb verilir.
(Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Güzel
bir abdest alıp, mescidlerden birine cemâatle namaz kılmak için gidenin, Allahü
teâlâ her adımına bir sevâb yazar, her adımında amel defterinden bir günâhı
siler ve Cennet'te onu bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergib vet-Terhîb)
Nâfile
namazları cemâatle kılmak mekrûhtur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey
kardeşim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece gündüz okumanızı,
cemâate
devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı. (Abdullah ibni Avn)
Açıkta,
gizlide her zaman Allahü teâlâdan kork. Beş vakit namazı cemâatle kıl. Harama
yönelme.
Böylece, Allahü teâlâya yakınlardan olursun. (Abdullah bin Dînâr)
Dünyâda,
Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber bulunmak ve cemâatle namaz kılmaktan
daha
lezzetli bir şey kalmadı. (Câkîr el-Kürdî)
2.
Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar,
Ehl-i sünnet vel-cemâat.
Şeytan,
insanın kurdudur. Kenarda köşede kalmış, sürüden ayrılmış koyunu kurt
yakaladığı
gibi, şeytan da cemâatten ayrılanları yakalar. Sakın cemâatten ayrılmayınız.
(Hadîs-i
şerîf-Muhtasar fî İlm-il-Hadîs)
Cemâat
rahmettir. Ayrılık azâbdır. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Cemâate
yapışınız. Çünkü Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzere bir araya getirmez.
(Hadîs-i
şerîf-Tirmizî)
Kim
cemâatten bir karış ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkartmıştır. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i
Ahmed bin Hanbel)
Cemâat-i
İslâmiyye: Ebü'l-A'lâ
el-Mevdûdî'nin Pakistan'da kurduğu bozuk teşkîlât.
Cemâat-i
İslâmiyye reisleri, Ümmet-i Muhammediyye'yi parçalamak ve Ehl-i sünnetin
dışında
sapık bir çığır açmak gâyesiyle yeni bir teşkîlât kurdular ve kendilerinden
başkasının doğru yolda olmadığını söylediler. (Mevlevî Ebû Ahmed)
TEKKE:
Tasavvufun
yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik
edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke
ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam
yakınlarındaki
Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde
yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ
Celâleddîn-i
Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler,
yaşadıkları
asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler,
insanlık târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ŞEYH:
1.
İhtiyâr.
2. Bir
ilim dalında ihtisas etmiş olan.
3.
Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni,
İslâm'ı
yayan
ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve
şüyûhtur.
(Bkz. Meşâyıh)
Ehl-i
sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu
yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz. Nasîhatlarına kıymet veriniz.
Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeyhlerin
âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır.
Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü. Dinden, îmândan haberi
olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak,
bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek,
anlamamaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şeyh-i
Ekber:
Büyük
âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v.
638 (m.1240) lakabı.
Şeyh-i
ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan,
tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen,
dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak,
Peygamberlerin
âdetidir" buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i
ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana
çıkar" buyurdu.
Osmanlı
sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu
anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel
bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî)
DERVÎŞ:
Allahü
teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve
yasaklarına
uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
Dervişlik,
yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak
değildir.
Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir.
(Ubeydullah-ı
Ahrâr)
Derviş
dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de
Allahü
teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk)
Dervişlik
didükleri hırkayıla tâc değül,Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.
(Yûnus
Emre)
DERGÂH:
1.
Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve
yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve
diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer. (Bkz. Tekke)
2.
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
Yâ
Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına
sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)
Bir
şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm
olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun
eğmedim.Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur
ki bütün ümmet-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî
şehiddir. (Kutbüddînİznikî)
MÜRÎD:
Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak
için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren
talebe. Mürîd, mürşidinin (hocasının)
yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır.(İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun
sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan mürîd,
bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın
hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah'tan korkar, titrer.
Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde
sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste
Allah'ını düşünür. Gaflet ile (Allahü teâlâyı unutmuş olarak) yaşamaz. Kimseyle
münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri, Allahü teâlânın evi
bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini; "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn"
diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Mürîd olanlar, severler, kalblerine
kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler.
Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye
çalışırlar. (Ali Sincârî)
KERÂMET:
İkrâm,
üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni
fizik,
kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden
meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât
içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci
kısım kerâmetler daha yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet,
evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı
yoktur.
Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu
istidrac
veya sihir (büyü) yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin
emirlerine
uyup, yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen,
aslında sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün
hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek. İstemeyerek
meydana
gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini gizlemeye çalışır.
İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı olacaksa, izhârı
gösterilmesi câizdir. Din için faydalı değilse, kerâmet sâhibi onu göstermeye
aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddînİbn-ül-Arabî)
ŞEFÂ'AT:
Kıyâmet
günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellem
olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve
küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin;
günahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını,
cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan
istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları.
Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
O
gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden hoşnûd
olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. (Tâhâ sûresi: 109)
Ümmetimden,
büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed
bin
Hanbel)
Şefâatime
inanmayan, ona kavuşamaz. (Hadîs-i
şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kıyâmet
günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat edecektir. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ)
Şefâat
haktır. Tövbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için,
peygamberler,
velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat
edecek
ve kabûl edilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Küçük
çocuklar, anasına ve babasına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar bile, anasına
ve
babasına
şefâat ederler. (İmâm-ı Birgivî)
Mahşerde
(kıyâmette bütün insanların toplanıp, hesâba çekileceği yerde), şefâat beş
türlüdür:
Birincisi; kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan ve çok uzun beklemekten
usanan
günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın bir an önce yapılmasını isteyeceklerdir.
Bunun için şefâat olunacaktır. İkincisi; suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk
olması için şefâat edilecektir. Üçüncüsü; günâhı olan mü'minlerin, Sırat'tan
Cehennem'e düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâat olunacaktır.
Dördüncüsü; günâhı çok olan mü'minleri Cehennem'den çıkarmak için şefâat
olunacaktır. Beşincisi; Cennet'te sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak
ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmânının ve
amellerinin miktârınca olacaktır. Cennet'tekilerin derecelerinin yükselmeleri
için de şefâat olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlerin
sonuncusu, Resûlullah efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin
günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir.
Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de
sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş
ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz
rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır... (İmâm-ı Rabbânî)
Şefâ'at-ı
Kübrâ:
Kıyâmette,
o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların
mürâcaatları
üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme
ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu
dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başının çâresini aramakla meşgûl
olur. O gün yalnız Resûlullah efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş)
ver yâ Rabbî!" der ve ümmetini ister.
ZİKR:
Anmak;
gafleti gidermek için her işte Allahü teâlâyı hatırlamak. Yâd etmek.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İyi
biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, râhata kavuşur. (Ra'd sûresi:
30)
(Kullarım!)
Siz beni (tâat ile beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikr
ederseniz, ben de
sizi
(rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe
kapılarını açmak sûretiyle) anarım. (Bekara sûresi:
152)
Derecesi
en yüksek olanlar, Allah'ı zikr edenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Allah'ı
sevmenin alâmeti, O'nu zikr etmeği sevmektir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Cennettekiler
en çok dünyâda Allahü teâlâyı zikr etmeden geçirdikleri zamanlar için
üzülürler.
(Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Zikr,
yalnız, Kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar "Allah" demek
değildir. Her ne
şekilde
olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikr olur. Buna göre, dînin
emirlerini
yapmak,
yasaklarından sakınmak hep zikrdir. Dînin emrettiği şekilde alış-veriş yapmak
zikrdir.Dîne
uygun olarak yapılan her iş zikrdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve
yasakların
sâhibi hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü Teâlânın
ism-i şerîfleri ve sıfatları ile yapılan zikr çabuk te'sirini gösterir ve
Allahü teâlânın sevgisini hâsıl eder. Bu sebeble tasavvuf büyükleri, Kelime-i
tevhîd ile zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfte; "Bir
şeyi çok anan, onu çok sever" buyruldu. Dolayısıyle seven
sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O'nu sever; Allahü teâlâyı sevince
kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü
teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur. (İmâm-ı
Rabbânî)
Her
vakit Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalbde başka hiçbir şeye yer
vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr yapmalıdır.
(İmâm-ı Rabbânî)
Zikr
bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.
(Ubeydullah-ı
Ahrâr)
Her an
dilleriyle Allahü teâlâyı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan her biri,
güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir. (Cübeyr bin Nufeyr)
Vaktini
Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez. (Ebû
Abdullah
Rodbârî)
Zikr et
zikr bedende iken cânın,Kalb temizliği zikr iledir Rahmânın.(İmâm-ı Rabbânî)
Zikr-i
Cehrî:
Allahü
teâlâyı yüksek sesle anma.
Zikr-i
Hafî:
Allahü
teâlâyı gizli (sessiz) olarak ve kalb ile hatırlama.
Zikr-i
hafî, zikr-i cehrîden yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Seyfiyye)
Zikr-i
hafî, zikr-i cehrîden daha efdâldir, üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)
UZLET:
Yalnız
başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.
İslâm
âlimleri zaman ve şartlara göre uzlet etmenin bâzan faydalı ve bâzan da zararlı
olduğunu
bildirmişlerdir.
Mevki
sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilaç, uzlet etmektir. (Muhammed
Hâdimî)
Uzlet
eden, insanların şerrinden kurtulur ve râhat olur. Çünkü insanların arasında
bulunduğu
müddetçe, gıybet sıkıntısından ve onların sû-i zannından (kötü düşüncelerinden)
uzak olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Kanâat
eden, kimseye muhtâc olmaz, uzlet eden selâmete erer, hasedi bırakan mürüvvete
kavuşur. (Hasan-ı Basrî)
İnsanlara
karışmakta ve haklarını yerine getirmekte bir çeşit tevâzu bulunur. Uzlette ise
bir
çeşit tekebbür (kibirlenme) vardır. Hattâ uzletten sebep, mevki sevgisi ve
tekebbür
olabilir.
(İmâm-ı Gazâlî)
Bizim
yolumuzun temeli sohbettir. Uzlette şöhret vardır. Şöhret de âfettir. (Hâce
Behâüddîn
Buhârî)
VECD:
Tasavvuf
yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir
başka
sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması,
kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.
Sâlikin
(tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) zâhirini (dışını, bedenini), dînin emir ve
yasaklarına
uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi, bâtın (kalb)
işlerine,
Allahü teâlânın rızâsından başka düşünceleri kalbinden çıkarmaya, kibir, hased
(kıskançlık),
kin gibi mânevî hastalıklardan temizlemeye çalışması da, kalbde ve rûhta vecd
hâlinin meydana gelmesine vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâller ve vecdler, matlûbun
(aranılanın) başlangıcıdır, maksad değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
ZÜHD:
1.
Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak.
Zühd,
insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve
büyüklüğünü
tanımayı, tövbe etmeği, te'min eder. (Hâris el-Muhâsibî)
2.
Dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak.
Zühd,
kalbe ve bedene rahatlık verir; dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir.
(Hadîs-i
şerîf-Câmi-üs-Sagîr)
ÇİLE:
Dervişlerin,
nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ
bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.
Hak
teâlâ, hepimizi her an kendinin esiri olmak şerefine kavuştursun. Hakîkî
kurtuluş
O'na
esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka bir şey düşünmemek, hâtıra bir şey
getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hatta bu yolun
büyüklerinden bir kaçı kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ
düşünceleri gelmez olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahrâriyye
büyükleri, zamanlarında bulunmayan, halvet yâni yalnız başına kalmak, kırk
gün bir
yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile
bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Câhil
sûfiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek
davranıyorlar.
Kırk
gün çile çekmeyi ve riyâzetler yapmayı beğeniyor, Cum'a namazına ve cemâate
gitmiyorlar.
Halbuki bir farz namazı cemâat ile kılmak onların binlerle, kırk günlük
çilelerinden
daha faydalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
ÇİLEHÂNE:
Çile
yapılan yer. (Bkz. Çile)
Açlıkla
ve insanlardan kaçarak çilehânede yalnız yaşamakla nefislerini temizleyenlerin,
fakat
Hak teâlâya yaklaşmayanların firâsetleri, cisimleri, maddeleri keşfetmek,
mahlûkların gayblerini haber vermektir. Bunlar yalnız mahlûklardan haber verir.
Çünkü Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
AKÂİD:
Akîdeler. Akîde kelimesinin
çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
Âkıl ve baliğ olan (ergenlik
yaşına ulaşan) erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin
yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak
inanmaktır.Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine
inanmaya bağlıdır.(İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnetin akâidde iki kolu
vardır: 1) Mâturîdiyye mezhebi. 2. Eş'ariyye mezhebi.
Birincisinin imâmı Ebû Mansur
Mâturîdî, ikincisininki İmâm-ı Ebü'l-Hasen Eş'arî
hazretleridir. İkisinin bildirdiği
îmân esasları aynıdır. Yalnız aralarında, teferruatla ilgili, îzah,ifâde ve
uslub tarzından doğan cüz'î farklılıklar vardır. (Taşköprüzâde)
Hudâ Rabbim nebim hakkâ
Muhammeddir Resûlüllah Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah Akâidde,
Ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim
vallah (İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Akâid İlmi:
Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.
Akâid ilmi, îmânın esaslarını
geniş ve derin olarak anlatır. Bu ilme önceleri Fıkh-ı ekber, sonraları Kelâm
ilmi denildi. Akâid ilmi ile ilgili ilk eser İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin yazdığı El-Fıkhu'l-Ekber'dir. Daha sonra Ehl-i sünnet îtikâdını
anlatan pek çok eser yazıldı. (Muhammed Muhyiddîn)
LEDÜNNÎ
İLMİ:
Allahü
teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim. (Bkz. İlm)
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Orada
kendi indimizden bir rahmet (vahy ve
nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve
ona
ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular. (Kehf sûresi: 65)
Ledünnî
ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinden olan, bir ağaca bakınca
yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle
bakınca kumlarının sayısını bilir. (Seyyid Abdülhakîm)
Hızır
aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatli idi.
Allahü
teâlânın
izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilir, Hak teâlânın bildirmesiyle
Ledünnî ilmine muttalî (vâkıf) idi. (Sa'lebî, İmâm-ı Rabbânî)
Matematik
fizik kimyâ bu esrârı çözmüyor Ledünnî ilminde üstâd bir Süleymân isterim
(Süleymân
bin Ahmed)
ŞERÎAT:
Peygamberlere
gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet.
İslâm
dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat
getirmiştir.
Bu
şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma,
hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde tanzim
eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve
dinamizmin mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve
idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine
kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı îtibâra
sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân
edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi arzûlarına,
keyflerine
uydurmak
isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin
arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her
şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son
gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde
toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed
aleyhisselâmın şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan
temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde
îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet
îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması,
nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıların giderilip,ibâdetlerde
kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve
dînin emirlerine uymak.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet
îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri,
Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır.
Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir.(Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak
gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut
gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir,
sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular.(Harkûşî Abdülmelîk bin
Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele
geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i
seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla
yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle
Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan
uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun
inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve
yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf
yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun
târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada
toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû
SaîdEbü'l-Hayr)
HÂL:
Durum,
vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün,
darlık,
genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan
kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolunda
bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.
Hâller
ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin
başlangıçlarıdır.
Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
En
güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Tasavvuf
yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de
amellerden
hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan
kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb
olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâl
Ehli:
Hâli
tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ)
Almayı,
vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)
ÂLEM:
Allahü teâlâdan başka her şey,
Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde
meâlen buyurdu ki:
Elbette Allahü teâlânın bu
âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût
sûresi: 6)
Bütün varlıklar, Allahü teâlânın
varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların
(yaratılmışların) hepsine "Âlem" denmiştir. Varlıkların aynı cinsten
olanlarının her birine de, âlem, meselâ, insanlar âlemi, melekler âlemi,
hayvanlar âlemi, cansız maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf
Cürcânî, Senâullah Pânî Pütî)
Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü
devamlı değişikliğe uğramaktadır. Böyle her değişen şey sonradan var
edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği için, o da sonradan yaratılmıştır. (Reyhâvî)
Cisimlerin, maddelerin, durmadan
değişmeleri, birbirlerinden meydana gelmeleri sonsuz olarak gelmiş değildir.
Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı
vardır. Değişmelerin bir başlangıcı var demek, âlemin var oluşunun bir
başlangıcı var demektir. Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine
yok olacaklardır demektir. Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç
değişmeden, sonsuz var olan Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)
Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):
İnsandan başka bütün mahlûkât,
kâinat ve içindekiler.
Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en
şereflisi ve en büyüğüArş'dır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ecsâd:
Yerler, dağlar, gökler gibi,
ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk,
âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de
denir.
Âlem-i Emr:
Arşın üstünde olup, madde olmayan,
ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem.
Buna, âlem-i melekût ve âlem-i
ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.
Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh,
sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam, mertebe) vardır.(Ahmed Fârûk-i
Serhendî)
Âlem-i halkın ötesi, âlem-i
emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i emr bâzı bakımlardan âlem-i
halktan üstün ise de, küllî fazîlet yâni her bakımdan üstünlük âlem-i
halktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ervâh:
Ruhlar âlemi. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Mânâ:
1. Rüyâ âlemi.
Peygamber efendimizi âlem-i mânâda
görmek büyük bir devlet, büyük bir nîmettir.
Nitekim hiç bir kâfir, hiç bir
zındık, hiç bir mürted, hiç bir sûretle Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı
âlem-i mânâda göremez. Zîrâ münâsebetleri yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Âlim ve sâlih bir zât olan Yûsuf
bin Hüseyin'i mânâ âleminde gördüler. Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı,
dediler. Rahmetiyle muâmele etti. Ne ile dediler. Hiç bir zaman ciddî söze şaka
karıştırmadığım için, dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Âlem-i emr. (Bkz. Âlem-i
Emr)
Âlem-i Melekût:
Madde, his, akıl, ölçü âleminin
üstündeki âlem.
İlimlerin hepsi his yolları ile
değildir. Bir kısmı da âlem-i melekûta âittir. Bu dünyâ için
yaratılmış olan hisler, âlem-i
melekûtun bilinmesine perde olurlar. Onlardan kurtulmadıkça aslâ o âleme yol
bulunmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlem-i Misâl:
Varlıkların kendilerinin değil de
sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu âlem.
Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi
vardır. Vehim ve hayâl değildir. Âlem-i misâl bütün
âlemlerin (yaratılmışların) en
genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti, bir
görünüşü vardır. Akla hayâle gelen şeylerin, mânâların bu âlemde bir sûreti,
görünüşü vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Sagîr:
Yaratılmışların hepsinden
kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.
İnsan, âlem-i kebîrdeki (insan
dışında bulunan âlemdeki) her şeyi kendinde topladığından, mahlûkların
(yaratılan varlıkların) en kıymetlisi olduğu gibi, kalb de âlem-i sagîrde
bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. Kalbe Âlem-i asgar
(en küçük âlem) ismi verilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Süflî:
Dünyâ.
Âlem-i Zâhir:
Görünen âlem, dünyâ.
ÂLİM:
Bilen, ilim sâhibi.
1. Her şeyi bilen mânâsına Allahü
teâlânın sıfatlarından biri.
Allahü teâlâ gizliyi de
âşikar olanı da âlimdir. (Haşr
sûresi: 22)
2. Zamânın fen ve edebiyât
bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını
ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen
ilminde mütehassıs (uzman),
tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve
yetiştirebilen müctehid.
Âlimler peygamberlerin
vârisleridir. (Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Ümmetimin âlimlerine hürmet
ediniz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin yüzüne bakmak
İbâdettir. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin uykusu, câhilin
ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Âlimleri hafife alanların âhireti,
ümerâyı (devlet başkanlarını) hafife alanların dünyâsı,
dostlarını hafife alanların
mürüvveti (insanlığı) yıkılır. (Abdullah bin Mübârek)
3. Bir ilim dalında yetişmiş
mütehassıs kimse (uzman).
Allahü teâlâ birine iyilik
vermek isterse onu fıkıh âlimi yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Fıkıh âlimleri kıymetlidir.
Onlarla berâber bulunmak ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
Âlimin kıymetini ancak âlim anlar.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
4. Öğreten, öğretici.
Ya âlim, ya talebe, yâhut
bunları dinleyici ol. Bu üçten olmazsan helâk olursun.
(Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni
Hanbel)
Âlimin bir nazarı bulunmaz hazînedir
Bir sohbeti yıllarca bitmez kütüphânedir.
(Seâdet-i Ebediyye)
ARŞ:
Allahü teâlânın yarattığı en büyük
varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu,
emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da
denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu
ki:
Allahü teâlâ, gökleri ve
yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel
ise) Arş'ı su üzerinde idi. (Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve
göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki,
Arş, yerin yapısında olmadığı
gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göke benzer tarafı yoktur. Ancak
Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.(Ahmed
Fârûkî)
Yedi sınıf kimseyi Allahü
teâlâ hiç bir gölge bulunmayan günde, Arş'ın gölgesinde
gölgelendirir: (Bu kimseler) Adâletli devlet başkanı, gençliğini
ibâdetle geçiren, kalbi
mescidlere bağlı olan, Allah
rızâsı için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile
ayrılan, güzel bir kadın
kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyen, sağ elinin
verdiği sadakayı, sol eli bilmeyecek şekilde gizli veren ve yalnız iken Allahü
Teâlâyı zikredince (anınca), Allah
korkusundan ağlayan. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arş-ı a'lâ, Allahü teâlânın
şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından) biridir ve
mahlûkların en şereflisidir. Her
şeyden daha sâf ve nûrludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi,
duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için duâda eller
kaldırılıp, avuç içleri semâya
doğru açılır. (İmâm-ı Gazâlî)
BERZÂH
ÂLEMİ:
Dünyâ
ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.
Berzâh
âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ hayâtında hem his
(duygu),
hem de irâde (istek) ile hareket vardır. Berzâh hayâtında ise, hareket etmek
lâzım değildir, elem (acı) ve azâb duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. (Ahmed
Fârûkî)
2.
Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad. (Bkz. Âlem-i Misâl)
Berzâh
âlemi, âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ile âlem-i ecsâd (madde âlemi) arasında yer
alır.
Ayna
gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve mânâlar bu âlemde latîf
şekillerde
görünürler.
Çünkü iki âlemdeki her hakîkate ve her mânâya uygun birer şekil, heyet, görünüş
bu âlemde bulunur. Bu âlemde kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve mânâ
yoktur.
Buradaki
şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir
şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen
görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir.
Berzâh-ı
Kübrâ:
Kabirden
kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye
kadar
geçen zaman.
Berzâh-ı
kübrâda, insanların dağılmış, çürümüş, erimiş parça ve kemikleri bir araya
getirilir.
(Muhammed Ma'sûm)
Berzâh-ı
Sugrâ:
Kabre
konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman.
Ervâh
(rûhlar) ve berzâh-ı sugrâ, fazla düşünmeye ve üzerinde inceleme yapmaya
gelmez.
Bu
konuda zan ve tahmin ileri sürmek doğru değildir. Nasslar (âyet-i kerîme ve
hadîs-i
şerîfler)
ile sâbit olanlara (bildirilenlere) kısaca îmân etmek lâzımdır. Onun etrâflı
olarak bilinmesini Allahü teâlânın ilmine havâle etmelidir, bırakmalıdır. (Ahmed
Fârûkî)
BÂTIN:
1.
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları
ile
hissedilemiyen,
hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü
teâlâ Bâtındır. (Hadîd sûresi: 3)
2. Kalb
ve rûh, iç âlem, gönül.
Bütün
âzâları (organları) İslâmiyet'in emirlerini yapmakla süsledikten sonra, bâtına
teveccüh
etmeli (yönelmeli), böylece yapılan ameli, ibâdeti gafletten, Allahü teâlâyı
unutarak yapmaktan uzak tutmalıdır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Bu
dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır.
Bâtının
ilerlemesi,
zâhirin (görünüşün, bedenin) İslâmiyet'e uymasına bağlıdır. O hâlde bu dünyâda
her zaman, zâhir de bâtın da İslâmiyet'e muhtaçtır. Bedenin işi İslâmiyet'e
uymak, bâtının işi de, İslâmiyet'in (ona uymanın) meyvelerini toplamaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Öyle
yaşayınız ki, etrâfınızda bulunanların bâtınları toparlansın. (İmâm-ı
Rabbânî)
Zâhir
Mânâ:
Lafızdan
(sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.
Ehl-i
sünnet âlimleri, nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) zâhir mânâlarını
vermişlerdir.
Zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir.
Kendi
bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik yapmamışlardır. Sapık fırkalardan
olanlar ve mezhebsizler, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanlarından
işittiklerine uyarak nasslara yanlış mânâ vermişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)
Zâhirî
İlimler:
Okuyarak,
çalışarak ve araştırarak elde edilen, öğrenilen ilimler. Kelâm, tefsîr, fıkıh
gibi
din
bilgileriyle; mantık, matematik, fizik, kimyâ, biyoloji, geometri gibi fen
bilgileri.
Zâhirî
ilimlerde mütehassıs, tasavvuf derecelerinde çok yüksek olan derin âlim, büyük
velî
Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki: "Hazîn ses ve Allah sevgisini anlatan
şiirler ve evliyây-ı kirâmın hayâtını bildiren kasîdeler, kalbdeki bağlılığı
harekete getirir. Hafif sesle zikr etmek (Allahü teâlânın adını anmak) ve
İslâmiyet'in yasak etmediği şiirleri dinlemek Çeştiyye yolunda olanların
kalblerini inceltir."
Zâhirî
ilimlerden olan tefsîr ilmini öğrenmek ve Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini yapabilmek
için şu on beş ilmi bilmek lâzımdır:Lügat, sarf, nahv, iştikak, meânî, beyân,
bedî, kırâat, usûl-i din, fıkıh, esbâb-ı nüzûl, nâsih ve mensûh, usûl-i fıkh, hadîs,
ilm-i kulûb. Bu ilimleri bilmeyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. (Muhammed
Hâdimî)
BİD'AT:
Sonradan
ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.
Peygamberimizin
ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan
meydana
çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usûl ve işler, reformlar.
Dinde
yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir.
Bid'atlerin
hepsi dalâlettir. Yoldan çıkmaktır. (Hadîs-i
şerîf-Ebû Dâvûd)
Bir
millet, dîninde bir bid'at yaparsa, Allahü teâlâ, buna benzeyen bir sünneti yok
eder.Kıyâmete kadar bir daha geri getirmez. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Sünnete
giden yol; bid'atten kaçmak, Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymak,
bozuk
din adamlarından uzaklaşmak, bir Allah adamını tanımak ve eserlerini okumaktır.
(Ebû
Ali Hasen Cürcânî)
Değiştiremeyeceğim
bir bid'atı görmektense, mescidde söndüremiyeceğim bir ateşi
görmeyi
tercih ederim. (Ebû İdrîs Havlânî)
Bid'atin
terki, sünneti yerine getirmekten iyidir. Bid'atin yaygın olduğu, sünnetin terk
edildiği
bu karanlık zamanda, ilim öğrenmek, öğretmek ve yaymak en önemli iştir.
Resûlullah'ın
sünnetini ihyâ etmek maksadların en büyüğüdür. Bu dünyâ amel, iş, ibâdet
yeridir.
(İmâm-ı Rabbânî)
BUĞZ:
Sevmeme,
nefret etme, düşmanlık.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar
(İbrâhim aleyhisselâm ve berâberindeki
mü'minler) kâfirlere dediler ki: "Biz
sizden
ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putlarınızdan uzağız. Bizden sevgi
beklemeyiniz. Allahü teâlâya bir olarak inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda
düşmanlık ve buğz dâimâ âşikârdır (Putlara
tapmayı terk ederseniz, sizi severiz). (Mümtehine sûresi: 4)
Günâh
işleyeni eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz.
Bunu
da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise îmânın en aşağı
derecesidir.
(Hadîs-i
şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslümanlığın
alâmeti, kâfirlere buğz ve inâd etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir
kimse bir âlime buğz etse veya söğse bu yaptığı sebebsiz ise, o kimsenin
küfründen
(îmânının
gitmesinden) korkulur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Birbirinize
düşman değil kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. (Abdülkâdir-i Geylânî)
CÂİZ:
1.
Ruhsat, izin verilmiştir, olabilir, yapılabilir, günah değildir.
Kur'ân-ı
kerîmi abdestsiz ezberden okumak câizdir. Günah olmaz. Fakat abdestli okumak
daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
Sabah
namazında aldığı abdest bozulmadan, bu abdest ile, öğleyi, ikindiyi, akşamı ve
yatsıyı
kılmak câizdir. Günah olmaz, fakat her namaz için abdest almak daha iyi olur. (İbn-i
Âbidîn)
2.
Sahîhdir, doğrudur.
Bâyi'
(satıcı) bu malı bin liraya sana sattım, dese, müşteri (alıcı) da bir şey
söylemeyerek alsa câiz olur. Bâyi' malı verse, müşteri parasını verse, hiçbir
şey söylemeden câiz olur. (İbn-i Hümâm)
3.
Tenzîhen mekruh.
Amca,
dayı kızı ile evlenmek câizdir. Bir mecbûriyet olmadıkça, yapılmaması daha iyi
olur,
yapılırsa da günah olmaz. (İbn-i Hümâm)
Güneşte
ısınan su ile abdest almak câizdir. Hıristiyanın kestiği hayvanın etini yemek
de
böyle
câizdir. (Tahtâvî)
Câiz
Değil:
1.Sahîh
değil.
Ağaçta
belirmemiş olan meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, yâni
pazarlık
edip, söz kesmesi câiz değildir. (İbn-i Hümâm)
2.
Mekruh.
Namaz
kılmak için, Kâbe, câmi resmi bulunan seccâdeyi yere sermek câiz değildir.
(Seâdet-i
Ebediyye)
3.Haram.
Alkollü
içkilerin damlasını bile içmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
4.Fâsid,
bâtıl.
Yürüyerek
namaz kılmak câiz değildir. (Fethu'l-Kadîr)
5-Küfür.
Allah
göktedir, yerdedir demek câiz değildir. Şaka olarak da olsa, zünnar denilen
papaz
kuşağını
bele bağlamak câiz değildir. (Şeyhzâde Muhammed Efendi)
SAHÎH:
Şartlarına
uygun olan iş veya ibâdet.
Bir
amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin
sahîh
olmaları
için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa,
o ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından
kurtulunamaz. Sahîh olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o
ibâdetin sevâbına kavuşulamaz.
İbâdetin
kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da
lâzımdır: İlim,
niyet,
hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle
buyurmaktadır:
"Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank
(yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm
Arvâsi)
CEHÂLET:
Bilmeme,
bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.
Allahü
teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Âyetlerimize
îmân edenler sana geldiği zaman şöyle de: "Allah'ın selâmı üzerinize
olsun.
Rabbiniz, size rahmet ve merhamet vaad buyurdu. Öyle ki, içinizden kim
cehâletle bir fenâlık yapmış da arkasından tövbe edip (hâlini) düzeltmişse (Allah'ın ona mağfireti
vardır.) Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (En'âm
sûresi: 54)
Cehâletten
daha şiddetli bir fakîrlik yoktur. (Hadîs-i
şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Bilmediklerinizi
sorunuz. Cehâletin ilâcı süâldir (yâni
soru sorup öğrenmektir). (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Dârü'l-İslâm'da,
İslâm memleketinde bulunan bir kimsenin meselâ namazın ve orucun
farz,
içki, kumar ve zinânın haram olduğu konusundaki cehâleti mâzeret kabul edilmez.
(İbn-i Âbidîn)
Câhil,
cehâletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehâlet ilimden üstün olurdu. (İmâm-ı
Şâfiî)
On şey
insanın varlığını öldürür: 1) Terbiye azlığı, 2)Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet
beklemek,
4)Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı, 5) Baş olma sevdası, 6)Dünyâya düşkün
olmak, 7) Nefisle dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kabalık
sertlik yapmak. (Bâyezîd-i Bistâmî)
Kişiye
ilim olarak Allahü teâlâdan korkması, cehâlet olarak ucub, kendini, yaptığı
ibâdetleri,
iyilikleri beğenerek bunlarla övünmesi yetişir. Ucb artınca ahmaklık hâlini
alır.
İnsanın
kendi ayıplarını görmesine mâni olur. (Mâcid-ül-Kürdî)
Emr-i Ma'rûf:
Dinde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen
buyuruyor ki:
ذَلِكَ أَدْنَى أَن يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ عَلَى
وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُوا أَن تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا
اللّهَ وَاسْمَعُوا وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ*
“Zalike edna ey ye'tu biş şehadeti ala vechiha ev yehafu en
türadde eymanüm ba'de eymanihim vettekullahe vesmeu vallahü la yehdil kavmel
fasikiyn. Bu (usul), şahitliği lâyıkıyla yerine getirmeleri ve
yeminlerinden sonra başka yeminlere başvurulacağından endişe etmelerini sağlamak
için en uygun çaredir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve dinleyin. Allah,
fasık toplumu doğruya iletmez. “ (Mâide sûresi: 108)
“Birbirinize
müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en
kötünüzü
başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” (Hadîs-i
şerîf-Mişkât)
“Kıyâmet günü
birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı
çıkar. Merkebin
dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'deolanlar,
kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl
nedir?Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim,
fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını
verir.” (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
“Bütün
ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz
yanında bir
damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker
sevâbı yanında
denize nazaran bir damla su gibidir.” (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi,
söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken bilgi az ise ve
şahsa, âdetlere, kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir.
İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı
dil,güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz
dikmemek, en tesirli,en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur. (İmâm-ı Birgivî)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın
niyetinin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü
teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve
sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak şekilde tatlı dil ve yazı ile
yapması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
Nehy-i Anil Münker:
Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak,
alıkoymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen
buyuruyor ki:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ
أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ
وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ
أُوْلَـئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ*
“Vel mü'minune vel mü'miratü ba'duhüm evliyaü ba'd ye'mürune bil
ma'rufi ve yenhevne anil münkeri ve yükiymunes salate ve yü'tunez zekate ve
yütiy'unellahe ve rasuleh ülaike se yerhamühümüllah innellaha azizün hakim. Mü’min erkekler ve
mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten
alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat
ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe-71)
“Aç kimseleri
doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap; buna
gücün yetmezse
hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini koru!" (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîbvet-Terhîb)
Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan
kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile
anlatarak söylemeli, sert, ağır sözlerde
bulunmamalıdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)
UBÛDİYYET:
Allahü
teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı
olmak.
Her an
Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.
Ubûdiyyetin
alâmeti, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır.(İmâm-ı
Rabbânî)
ULÛHİYYET:
İlâhlık,
ibâdet olunmaya hakkı olmak.
Ulûhiyyete,
ma'bûdiyyete hakkı olan yalnız Allahü teâlâdır.Şerîki, ortağı, benzeri yoktur.
Vâcib-ül
vücûddur. Varlığı elbette lâzımdır. Noksanlık ve yaratılmak sıfatları,
alâmetleri O'nda yoktur. (Mevlânâ Hâlid)
Ulûhiyyet
sıfatları bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmayanın ibâdet olunmaya
hakkı
yoktur. İbâdete hakkı olanın, yalnız bir olması lâzımdır. O da bir olan Allahü
teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
FETVÂ:
Herhangi
bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen
cevâb.
Elini
göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye
düşersen
yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Bir
kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit
olur.
(Hadîs-i
şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ
veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden
hüküm
çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı
nakledici denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar,
müctehidlerin sözlerini bildirirler.
(İbn-i
Hümâm)
Fıkıh
kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân
Silhetî)
Din
ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl
fetvâ
verdin,
nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik
etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş
imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve
dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)
FEYZ:
Akma.
Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp
gelen
mânevî bilgiler.
Din
büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak
dönülebilsin.
Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır.
Böylece
feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir
kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve
bereketlerden
mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden
ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve
bereketinden
faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ
mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât
okuyup
sevâblarını
mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
vesîle
yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Gelince
feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an, Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve
âhirette) selâmet yâ Resûlallah! (Yaman Dede)
FIKH
(Fıkıh):
Bilmek,
anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri
bildiren
ilim.
İbâdetlerin
en kıymetlisi, fıkıh ilmini öğrenmek ve öğretmektir. (Hadîs-i şerîf-Mecmûa-i Zühdiyye)
Allahü
teâlâya fıkıhtan daha üstün bir şeyle ibâdet edilmedi. Muhakkak ki, bir tek
fıkıh âlimi, şeytan üzerine bin âbidden daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği
vardır. Bu dînin direği de fıkıhtır. (Hadîs-i
şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Fıkıh
ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin
veya
öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ
ved-Dîn)
Fıkhın
bânîsi (kurucusu) Ebû Hanîfe'dir (İmâm-ı a'zam). Fıkhın dörtte üçü ona âittir.
(İmâm-ı
Rabbânî)
Fıkıh
ilmi dört büyük kola ayrılır: 1) İbâdât: Namaz, oruç gibi ibâdetler. 2)
Münâkehât:
Evlenme
ve boşanma ile ilgili hususlar. 3) Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler vb. 4)
Ukûbât: Cezâlar. (Ahmed Zühdî Efendi)
Fıkhın
ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât
kısımlarını
öğrenmek farz-ı kifâyedir. Başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. (İbn-i
Âbidîn)
Fıkıh
bilgisi, ekmek su gibi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
FİRÂSET:
Allahü
teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.
Mü'minin
firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî,
Taberânî)
Mürşid-i
kâmiller (rehber zâtlar), firâsetleri ile talebenin kâbiliyetini anlarlar. (Abdullah
Ensârî)
Harama
bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan
koruyanın,
sünnete uyarak zâhirini (dışını) süsleyenin, helâl lokma yemeyi alışkanlık
edinenin firâseti şaşmaz. (Şah Şücâ Kirmânî)
Firâset,
îmân kuvvetinden doğar. Kimin îmânı daha kuvvetli ise o nisbette firâseti
keskin yâni isâbetli ve doğru olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
GAVS:
Yardım
eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.
Muhyiddîn-i
Arabî'ye göre gavs, medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre ise,
medâr
kutbundan ayrı ve daha yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeble, medâr
kutbu birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makamlarına getirilecek
evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır. (Bkz. Kutb) (S.Abdülhakîm Arvâsî)
Gavs-ı
A'zam:
Büyük
gavs (yardımcı). Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabı.
Gavs-üs-Sakaleyn:
İnsanlara
ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.
Abdülkâdir-i
Geylânî hazretleri, tasavvufta Gavs derecesine ulaşmıştır. İnsanlara ve
cinlere
yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle Gavs-üs-sakaleyn ve
Gavs-ül-a'zam lakablarıyla meşhûr olmuştur. (Şâh-ı Nakşibend)
HADÎS:
Peygamber
efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.
Uydurduğu
bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir.
(Hadîs-i
şerîf-Buhârî)
Hadîs-i
şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa
bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs
kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış
olmak lâzımdır. (MuhammedHâdimî)
İmâm-ı
Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle
buyruldu:
İçinizde
en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.
Bir
kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz, Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.
(Şeyh
Sa'dî)
Hadîs
Âlimi:
Hadîs-i
şerîf sahasında mütehassıs kimse.
Hadîs-i
Âhâd:
Hep bir
kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah
efendimize
varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan)
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Âmm:
Herkes
için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Cibrîl:
Peygamber
efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan
sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin
verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.
Cibrîl
hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek
dizleri
üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i,
müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "İslâm'ın
şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının
zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin,
ömründe bir kerre hac etmesidir."
Îmânın
şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine
inanmak,
indirdiği
kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere,
hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.
"İhsân
nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet
etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-Müslim)
Hadîs-i
Garîb:
Yalnız
bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden)
birine,
bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Saûd,
ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz)
olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o
kadar
sene de iniş yaptırılacaktır. Bu
hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)
Hadîs-i
Hâs:
Bir
kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Her
ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin
Cerrâh'tır.
Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i
Müslim)
Hadîs-i
Hasen:
Bildirenler
(râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı
sahîh
hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i
şerîfler.
YüceAllah,
can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun
tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi
Tirmîzî
rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-işerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Hadîs-i
Kavî:
Resûlullah
efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i
Kudsî:
Mânâsı,
Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve
sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber
efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak
teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
Kulum
bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ
ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de
azâbımdan
emin olur, kurtulur. (Seâdet-i
Ebediyye)
Hadîs-i
Maktû':
Söyleyenleri
(râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i
şerîfler.Tâbiîn'den
rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri)
Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû
sanmamalıdır. (İbn-iKudâme-Buhârî)
Hadîs-i
Mensûh:
Peygamber
efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.
Hadîs-i
Merdûd:
Mânâsı
olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.
Hadîs-i
Meşhûr:
İlk
zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin
Resûl-i
ekremden,
o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i
Mevdû:
Bir
hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
Bir
müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin
sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için;
"Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa;
"Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)
Hadîs-i
Mevkûf:
Eshâb-ı
kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin,
Resûl-i
ekremden
işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Mevsûl:
Sahâbînin
(Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle
buyurdu"
diyerek
haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin
hiç
birinde
kesinti olmaz.
Hadîs-i
Muddarib:
Kitab
yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i
Muhkem:
Te'vîle
(yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Mu'allak:
Baştan
bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli
olmayan
hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i
Munfasıl:
Aradaki
râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i
Müfterâ:
Müseylemet-ül-Kezzâb'ın
ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp,
sözleriyle
inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin
uydurma
sözleri.
Ehl-i
sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının
arkadaşlarının
yolunda
olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din
büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.
Hadîs-i
Mürsel:
Sahâbe-i
kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca
Resûl-i
ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Müsned-i Münkatı':
Sahâbîden
başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Müsned-i Muttasıl:
Peygamber
efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i
Müstefîz (Müstefîd):
Söyleyenleri
üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Müteşâbîh:
Te'vîle
(açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
Mütevâtir:
Bir çok
Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan
işittiği
ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i
şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği
yapmaları mümkün değildir.Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri
yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i
Nâsih:
Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki
hükümleri
değiştiren hadîs-i şerîfleri.
Hadîs-i
Sahîh:
Âdil ve
hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme
kadar,
rivâyet
edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin
rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret
bulan) hadîsler.
Hadîs-i
Şâz:
Bir
kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i
şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr
bir zât değilse, kabûl olunmazlar.
Hadîs-i
Zaîf:
Sahîh
ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.
Zaîf
hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında
(inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat
ictihâdda bunlara dayanılmaz.
Hadîs
İmâmı:
Üç yüz
binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile
birlikte bilen
büyük
hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.
Hadîs
imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği)
bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Müslüman,
müslümanın (din) kardeşidir.
Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu
düşman
eline vermez (himâye eder, korur). Her
kim müslüman kardeşinin yardımında
bulunur
ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir
müslümanın
sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondankıyâmet sıkıntılarından birini
giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterseAllahü
teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.
Hadîs
imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:
Herhangi
bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken
batmasına
kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret
kılar.
Hadîs-i
Nefs:
Kalbe
gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.
Kalbe
gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna
hâcis
denir.
İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir.
Dördüncüsü,
yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu tercîh
kuvvetlenip,
karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm,
hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince,
sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî
Nablüsî)
HURÂFE:
Dîne,
fenne, akla uymayan sözler ve işler.
İslâm
dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, yalancılığı reddeden,
insanları
günahkâr değil, bilâkis Allah'ın kulu olarak kabûl eden, onlara hayatta çalışma
ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden bir dindir. (KemâhlıFeyzullah)
Bu
günkü hıristiyanlık, putperestlik ve hurâfelerle doludur. (H.F.Fellow)
HALÎFE:
Birinin
yerine geçen.
1.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki
bütün
müslümanların
reîsi (başı).
Allahü
teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ
Muhammed!
Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır.(Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Peygamber
efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol
veya
güzel
idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i
şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Peygamberlerin
sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi,
müslümanların
reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra
Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu
dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer
Nesefî)
2. Bir
tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları
terbiye
etmek
ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle
buyurdu:
"Dünyâ
hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli
kimse;
bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep
olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Halîfe-i
Âdile:
Halîfe
olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe.
Hazret-i Ebû
Bekr'in
halîfeliği böyledir.
Halîfe-i
Câbire:
Halîfeliği
kuvvet zoru ile ele geçiren.
Halîfe-i
Râşide:
İnsanlara,
İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i
kerîmelerde
veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i
âdile de denir. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)
İCMÂ':
1.
Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların)
üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin
hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
Hicrî
dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır.
Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin
arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin
(Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır.(İbn-i Âbidîn)
Bir
şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için
icmâ' olur.Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin
sözbirliği bu şey için icmâ' olur.
Çünkü
bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara
selef-i
sâlihîn
denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde
zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin
îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş
vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve
dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi,
böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı
dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak
bilmesi
lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu,
onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ',
üzerinde icmâ' yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple
her müslümanın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa
bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev,
Serahsî, Hâdimî)
MUSTAFA KEMAL BEKTAŞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder