28 Temmuz 2017 Cuma

İSLAM DİNİ HAKKINDA… “NE VARSA İÇİNDE “….. MUSTAFA KEMAL BEKTAŞ Kûtu’l-Kulûb’de fakihlere karşı yöneltilmiş bazı tavsiye ve tenkitlere de mevcuttur. Fukahanın kalplerini ıslah etmelerini, amellerinde ihlaslı olmalarını ve Allah’la ilgilerini güçlendirmeleri gerektiğini savunan Ebu Talib, şöyle demektedir: “Fakat bu fakihler fetva, hüküm ve kaza ile meşgul olurlar, vakitlerini boşa geçirirler. Bunlar başkalarını ıslah etmenin kendi nefislerini ıslah yerine geçmeyeceğini bilmezler. Akıllı kişi, her şeyden önce hâlini düzeltmeye, akıbeti için azık hazırlamaya özen gösterir.

İSLAM DİNİ HAKKINDA…  “NE VARSA İÇİNDE “…..  MUSTAFA KEMAL BEKTAŞ


Alemlerin tek Rabbi ve Hamd’ü Sena’nın sadece ona mahsus olduğu Allahü Hak Teala’ya sonsuz kere Hamd’ü Sena olsun ki sonunda bana da bir eser yazmayı nasip etti…

Fahri Kainatın efendisi Hz. Muhammet Mustafa S.A.V. efendimize de sonsuz kere Salatüs Selam olsun….
Bu yazımda isminden de anlaşılacağı üzere  …. Ne varsa İçinde….. sizlere sunmaktan onur duyuyorum. Dualarımız tüm sevdiklerimiz için eksil olmasın. Saygılar. Mustafa Kemal Bektaş
Kûtu’l-Kulûb’de fakihlere karşı yöneltilmiş bazı tavsiye ve tenkitlere de mevcuttur. Fukahanın kalplerini ıslah etmelerini, amellerinde ihlaslı olmalarını ve Allah’la ilgilerini güçlendirmeleri gerektiğini savunan Ebu Talib, şöyle demektedir: 
 “Fakat bu fakihler fetva, hüküm ve kaza ile meşgul olurlar, vakitlerini boşa geçirirler. Bunlar başkalarını ıslah etmenin kendi nefislerini ıslah yerine geçmeyeceğini bilmezler. Akıllı kişi, her şeyden önce hâlini düzeltmeye, akıbeti için azık hazırlamaya özen gösterir. Ama bu kimseler, insanların rızasını Allah’ın rızasına tercih ederler. Şayet bu kimseler, ilimleriyle Allah’ın rızasını, sünnetin yayılmasını ve müslümanların salahını kastetmiş olsalardı, bu daha iyi olurdu. Fakat fıkıhla meşguliyetlerinin arkasındaki gizli etken riyadır, riyaset sevgisidir...”
         
Ebu Talib el-Mekki fakihleri sık sık başvurdukları “fıkhî hileler” yüzünden de tenkit etmektedir. Buna rağmen Ebu Talib tenkitte insaf çizgisini aşmış da değildir. O, din düşmanlarının dini tahrif etmesinden, batıl ehlinin hilelerinden ve cahillerin dini yanlış yorumlamasından korunmasında diğer alimlerle birlikte fakihlere de büyük iş düştüğü inancındadır. Fukahanın ilminin İslam’la birlikte bâki, müslümanlarla birlikte var olacağını ifade eden Mekki, şöyle demektedir:
“Çünkü bu, Allah’ın kullarına karşı kullanacağı bir hüccettir.” 

Bu duruma göre, fukahanın İslam ümmeti içerisindeki yeri tartışılmaz. Böyle olunca, Ebu Talib bu kimselerin makamlarıyla mütenasip ahlaki değerlere sahip olmalarını arzu etmektedir. Zira o, bu konuda Hasan-i Basri gibi şu düşünceyi paylaşmaktadır: “Fakih, dünyaya karşı zahid, ahireti arzulayan, diniyle basiretli, Rabbine ibadete müdavim, vera sahibi, zayıf müslümanların mallarından yüz çeviren ve cemaate nasihat eden kişidir.”( Bilal Saklan, Kûtu’l-Kulûb’deki Tasavvufî Hadislerin Hadis Metodoloji Açısından Değeri,. 53-57. (Basılmamış doktora tezi), Konya-1989.)

Sünneti lügatte tarik (yol), en sağlam yolun ismi olarak tarif eden Ebu Talib el-Mekkî, Hz. Peygamberin sünnetini Aziz Kitabın tefsirinde ihtiyaç duyulan ve Cenab-ı Hakk’ın bizlere bahsetmiş olduğu bir nimet olarak görmekte ve şöyle demektedir:
“Allah Teala’nın bizlere nimet olarak bahşetmiş olduğu sünnet İslam nimeti gibidir. Çünkü Yüce Allah, Aziz Kitabının tefsirini Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine bırakmıştır. Ayrıca Allah Teala, ona itaat etmeyi kendisine itaat etmekle birlikte zikretmiştir. Bundan dolayı da, Hz. Peygamber’i (s.a.v) bize nimet olarak bahşetmiştir. Bu ise, Allahü Teala’nın marifetini bize nimet olarak bahşetmesidir.”

Vekîb. el-Cerrah demiştir ki: “Hiç kimseye, kesin sebep ve delilini göstermeden bu hadis batıldır demek uygun değildir. Çünkü hadisler onun bildiklerinden çok daha fazladır.

Ebu Davud, Ebu Zur’a er-Razî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: 
“Rasûlullah (s.a.v) devamlı etrafında bulunan yirmi bin Medine’linin arasında vefat etmiştir. Bunların her biri kendisinden bir hadis, bir kelime veya bir rivayet nakledecek olsalar, Allah Resûlü’nün (s.a.v) hadisleri sayılamayacak kadar çoğalır.”

Adamın biri Zührî’nin yanında bir hadis zikretti. Zührî: “Biz bunu işitmedik” dedi. Adam: “Sen Rasulullah’ın (s.a.v) bütün hadislerini işittin mi?” diye sordu. Zührî: “Hayır” dedi. Adam: “Yarısını işittin mi?”diye sorunca; Zührî sükut etti. O zaman adam: “Bunu da o işitmediğin kısımdan say” dedi.
Bize ulaşan bir habere göre İmam Ahmed şöyle demiştir:
“Abdurrahman b. Mehdî, önce bazı hadisleri münker bulurdu. Bir zaman sonra yanımıza gelerek, onun sahih olduğunu tesbit ettim” derdi.
Vekî’ ise; hiçbir hadisi münker görmezdi, fakat böyle bir hadis, kendisine sorulunca: “Ezberimde bilmiyorum.” derdi.
        
Bize, Abdurrahman b. Mehdî’nin şöyle söylediği nakledildi:
“Benim muhaddis bir dayım vardı. Önceleri pek çok hadisin üzerini çizer, sıhhatli bulmazdı. Bir zaman sonra onların sahih olduğunu söyledi ve ben de onları kendisine okudum. Bir ara: “Sen bir zaman bunları sahih bulmazdın” dediğimde: “Evet önceleri öyleydi, fakat sonra ben onları zayıf kabul edince, onu nakledenin adalet sıfatını düşürmüş oluyorum. Bu ravi kıyamet günü Allah’ın huzurunda yakama yapışarak: “Niçin benim adalet vasfımı düşürdün? Sen beni gördün ve sözümü işittin mi ki bu karara varıyorsun?” derse, ona karşı kendimi savunacak bir delilimin olmayacağını düşündüm ve ilk yaptığımdan vazgeçtim” dedi.

Hadis  “Kime Allah ve Resulü’nden (s.a.v) bir fazilet ulaşırda onunla amel ederse, söylenildiği gibi olmasa bile Allah ona o amelin sevabını verir.”( Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, I, l49. Değişik bir rivayet Bkz: Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 236 (h no: 2420).

 Hadis  “Kim benden (nakille) hak bir şey rivayet ederse, ben onu söylememiş olsam bile söylemiş sayılırım. Kim de (benden) batıl bir şey rivayet ederse, (onu reddedin, çünkü) ben batıl söylemem.” Benzeri bir hadis için Bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, I, l50.

Kûtu’l-Kulûb ve İhya gibi tasavvufun temel kaynakları üzerinde yapılan tenkitler, daha çok bu eserlerin içinde zayıf hadislerin ve Efendimize (s.a.v) ait olmayan hadislerin mevcudiyeti ile ilgilidir. Hemen şunu söyleyelim ki, el-Mekkî ve İmam Gazalî (rah), kitaplarda görmedikleri ve hadis olarak işitmedikleri bir sözü, kendileri hadis diye uydurup eserlerinde zikretmemişlerdir. Onların yaptığı tek şey, ellerindeki eserlerde buldukları hadis ve haberleri fazla incelemeden nakletmekten ibarettir. Bunu da niçin yaptıklarını açıklamışlardır.

Hadis uydurma işine en fazla arifler karşı çıkar. El-Mekki’nin de değindiği gibi; bu gün halktan olan bir insan adına bile yalan söz isnat etmek, onun söylemediğini söylemiş göstermek biraz imanı ve insafı olan kimsenin nefret edeceği bir şeydir. Bu kadar hassasiyeti olan bir müminin Hz. Peygamber (s.a.v) adına yalan söylemesi nasıl düşünülebilir.

Virtlere/günlük nafile vazifelere devam etmek, müminlerin huylarından ve abidlerin izlediği yollardandır. Bunlar, onun kavî iman ve yakîn sahibi olduğunu gösteren ibadetlerdir. Hz. Âişe’ye, Rasûlullah’ın (s.a.v) amel şekli sorulduğunda şöyle demiştir:
 “O, başladığı amele devam ederdi, onu en güzel bir şekilde yapar ve devam ettirirdi.”( Buharî, Savm, 64; Rikâk, 18; Muslim, Musafirîn, 217; Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Ahmed b. Hanbel, IV, 109 VI, 43,55, 174, 189.)          Rasûlullah (s.a.v):meşhur bir hadisinde şöyle buyurmuştur.
“Amellerden, gücünüz yettiği kadarını üstlenin. Çünkü sizler usanmadıkça, Allah sevap vermekten usanmaz.”( Buharî, İman, 32; Müslim, Musafirîn, 215, 221 Ebu Davud, Tatavvu’, 27; Nesaî, Kıble, 13; Kıyamu’l-Leyl, 17;; İbn Mace, Zühd, 28; 4, Ahmed b. Hanbel, VI, 40, 51,)         

Diğer hadislerde: “Amellerin en sevimlisi, az olsa da en devamlı olanıdır.”( Buharî, Rikak, 18; Libas, 43; Müslim, Musafirîn, 215, 216, 218; Nesaî, Kıble, 13; İbn Mace, Zühd, 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 35.

“İlmimi artırmadığım yeni bir gün benim için hayırlı ve mübarek değildir.”( Tabarani, el-Evsat, No. 6632; Ebu Nuaym, Hilye, VIII, 188; İbnu Adiy, el-Kamil, II, 79; Suyuti, es-Sağır, No: 343.) Buyrulmuştur.

ZÂHİR İLE BÂTIN ÇATIŞIR MI?
Zâhir ve bâtın ilmi yüzünden tarihte tatsız olaylar yaşanmıştır. Bir dönemde, İslam’ın zâhirî hükümlerini öğreten medrese ile, Bâtınî edebini öğreten tasavvuf ehli haksız yere birbirlerini incitmişlerdir. Günümüzde de benzer çekişmelere rastlamak mümkündür. Her iki grup da haklı olduklarını ve bunu din adına yaptıklarını söylüyorlar. Eğer her iki grup da haklı ise bu çekişmenin nedeni nedir?

Durum iyi incelenirse görülecektir ki, birbirine zıt olan ve çekişen dinin zâhir ile bâtın ilmi değil; bu ilimlere sahip olduklarını söyleyen bazı kimselerin ıslah olmamış nefisleridir.

Birileri zâhir ilmi ile bâtın ilmini ayrı düşünür, ikisini birbirine zıt görür, bunun için bâtın ilminin reddedilmesi gerektiğini söyler. Bazıları da asıl olanın bâtın ilmi olduğunu, zâhirin şekil, resim ve temsilden ibaret bulunduğunu, zâhirdeki ilim ve ibadetlerin ancak avam halkı ilgilendirdiğini, hâli ileri ve yüksek olanların bu tür sorumluluklardan kurtulduğunu söyleyerek dinin temelini oluşturan zâhirî ilimleri ve amelleri terk eder. Üzülerek belirtelim ki, her iki grup da İslam aleminde büyük fitne ve yıkıma sebep olmuşlardır.

Birinci grup Kur’an ve sünnet üzere kurulu tasavvufu inkara kalkmış, ikinci grup ise tasavvufu kötü emellerine malzeme yapmıştır. Zâhir ve bâtın ilminin ne olduğunu bilmeyenler, hangi grubu dinlese haklı zanneder, İslam’ın bâtinî fıkhını ihya eden gerçek tasavvuf hakkında şüpheye düşer. Bunun için zâhir ve bâtın ilminin iç yüzünü bilmemiz gerekir.

Zâhir, bir şeyin dışı, görünen, ortada olan, müşahede edilen, duyu organları ile hissedilen ve bilinen kısmı demektir.

Bâtın, bir şeyin iç yüzü, görünmeyen yanı, saklı ve sırlı yönü, tefekkür, feraset ve kalp basireti ile bilinen kısmı demektir. Burada konu ettiğimiz zâhir ve bâtın ilmi dinî hayatımızla ilgili iki ilim çeşididir.

Zâhirî ilim, zâhirde bedenle yapılan iş ve ibadetlerin hükümlerini öğreten ilimdir.
Bâtınî ilim, iç alemin ilmidir. Kalple ilgili amellerin ve ibadetlerin hakikatini öğretir. İnsanın kalbini, ruhunu ve nefsini tanıtır, onların terbiye yolunu gösterir.
Varlıkların iç yüzünü, kainatın inceliklerini, gayb alemini, melekut aleminin sırlarını, ahiret hallerini konu edinen ilme de bâtinî ilim denir.
Dinimiz her iki ilimden de gerektiği kadarını bize öğretmiştir. Bu iki ilmin bir kısmı herkese farzdır. Bir kısmı ise fazilettir. Dinimizin öğrettiği ve herkesten istediği zâhir ve bâtın ilmi, bütünüyle Kur’an ve sünnet ilminden ibarettir. Bu iki ilim beden ile ruh gibidir. İkisi birbirini tamamlar, biri olmadan diğeri vazife göremez, fayda vermez.

Zâhir ilmine şeriat ilmi, bâtın ilmine hakikat ilmi denmesi, sadece alanlarını belirtmek içindir. Yoksa birisi diğerinden daha az lazımdır manasında değildir. Her ikisi de dinimizin öğrettiği ilimlerdir; ilahi hükümleri bildirir, Allah’ın muradını öğretir, kulun Rabbine karşı koruyacağı hukuk ve edebini gösterir.
İmam Kuşeyri (rah), şu mühim tespiti yapar:
“İyi bil ki, Allah’ın emri ile vacip olması bakımından şeriatın öğrettiği her ilim aynı zamanda hakikat ilmidir. Aynı şekilde hakikat ilmi de, Allah’ın emri ile vacip olması ve arife Yüce Allah hakkında ilim ve edep öğretmesi sebebiyle bir şeriat ilmidir.”
Allame Arusî, bu söze şu kaydı ekler: “Çünkü her iki ilmi emreden de Yüce Allah’tır. Sonuçta kaynak ve hedef birdir. Birisi insanın zâhiri amellerini, diğeri de kalple ilgili edeplerini öğretir.” (Arusî, Netaicü’l-Efkar, II, 144)         

Din, insanın zâhirine ve bâtınına bir bütün olarak hitap eder. İlahî hükümler iki türlüdür. Birisi zâhirimizi, diğeri iç alemimizi ilgilendirir. İnsanın kamil olması her iki ilimden pay sahibi olmasına ve zâhiri gibi bâtınını da güzelleştirmesine bağlıdır. Çünkü insan, kalbi ve kalıbıyla, fikir ve fiili ile, içi ve dışıyla beraber insandır.

Her ibadetin bir zâhir bir de bâtinî yönü vardır. Zâhiri yönü kalıbı, bâtinî yönü kalbi ilgilendirir. Mesela, namazda başlangıç tekbiri farzdır, bu dilin vazifesidir. Aynı şekilde namaza gösteriş katmadan onu sadece Allah için kılmaya niyet etmek de farzdır. Bu niyet ve ihlas kalbin amelidir. Diğer bütün ibadetlerde de durum aynıdır. Sadece kalple yapılan farz ibadetler vardır. İman, ihlas, huşu, tefekkür, teslimiyet, tevekkül, rıza, sabır, muhabbet gibi. Bunları öğreten ilme de bâtın ilmi denir.

Allah dostlarına verilen bu özel ilimlere de bâtın ilmi denir. Bu kısım, herkese farz olan ilme girmez. O, özeldir, ilahi hediyedir, fazilettir, ayrı bir şereftir. Bu bâtın ilmine, irfan ilmi, sır ilmi, ledün ilmi, feraset ilmi, gayb ilmi, Vehbi ilim, keşif ilmi, hikmet ilmi, hakikat ilmi, ilham, yakin ilmi gibi isimler de verilmiştir. Hepsi Yüce Allah’ın sevdiği kuluna bir rahmeti, ikramı ve özel tecellisidir. Ayet ve hadislerde bu ilim de övülmüş ve teşvik edilmiştir. Kur’an uyanık kalp sahiplerinin özel bir tespit gücüne sahip olduğunu belirtir. (Hicr, 75) Hadisler bu ferasetin ilahi nurla olduğunu beyan eder.

“Kur’an’ın her ayetinin bir zâhirî bir de bâtinî manası vardır.”( İbnu Hıbban, Sahih, I, 276; Ebu Ya’la, Müsned, No: 5149; Taberi, Tefsir, I, 9; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, VII, 152) hadis-i şerifi, ehli olan kimseler için gizli ilim yollarının açık olduğunu gösterir.

”İlm-i bâtın evliyânın yükseklerinin ilmidir. Bu ilim, kötü huylardan arınıldığında kalbe
doğan bir nurdan ibârettir. Bu sâyede çok şeyler görülür, derin ve ince mânâlara vâkıf olunur. Geniş ufuklar açılır.” (İmâm-ı Gazâlî)

Allahü Teâlânın kazâsı, taktîri ve Levh-i mahfûza yazması ilm-i ezelîsine uygundur. Her şeyi ilerde ne zamanda ve nasıl olacak ise veya olmayacak ise, ezelde (başlangıcı olmayan öncelerde) öylece bilmiştir. Bu şeyler zamanı gelince ilm-i ezelisine uygun olarak meydana gelmektedir. (Muhammed Akkermânî)

Genelde fakihlerle sufilerin tartışması bu bâtın ilminde olmuştur. Halbuki sufiler, fakihin, müfessirin ve muhaddisin ayet ve hadisten anladığı ilk manayı kabul etmektedir. Ondan sonra bir adım daha ileri giderek ayet ve hadislerin ruhuna aykırı olmayan yeni manalar, farkı ilimler ve değişik hikmetler ortaya koymaktadır. Velilerin hiç bahsetmedikleri, Allah ile kendi aralarında kalan özel ilimler de vardır. Herkes onları bilmekle mükellef değildir. Bu tür ilimler bizde yok diye onları inkar etmek Yüce Allah’ın rahmetini sınırlamak olur. Allahü Teala: ( Yusuf, 12/76) ‘ayetiyle, bizlere edep ve tevazu öğretmektedir. Çünkü ilmin bir sonu yoktur.

فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاء أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِن وِعَاء أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مِّن نَّشَاء وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ*
.” Fe bedee bi ev'iyetihim kable viai ehiyhi sümmestahraceha min viai ehiyh kezalike kidna li yusüf ma kane li ye'huze ehahü fi dinil meliki illa ey yeşaellah nerfeu deracatim men neşa' ve fevka külli zi ilmin alim.  Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra su kabını kardeşinin yükünden çıkardı. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.”

Kur’an, Yüce Allah’ın ilim ve tecellilerini tespit etmeye denizler mürekkep olsa yetmez diyor.
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا*
Kul lev kanel bahru midadel li kelimati rabi le nefidel bahru kable en tenfede kelimatü rabbi ve lev ci'na bi mislihi mededa  . De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi” (Kehf, 109)
         
Büyük veliler, manevi keşif ve kalple ilgili ilimlerdeki yanılmaları ve ayak kaymalarını önlemek için çok sıkı tedbirler almışlar ve sağlam kaideler koymuşlardır.

Gerçek sufiler, zâhir bâtın bütün işlerinde Kur’an ve sünneti vazgeçilmez bir ölçü ve hakem yapmışlardır. Kur’an ve sünnetin hükmüne ters düşen keşif, ilham, varidat türü şeyleri ihtiyatla karşılamışlar ve onlarla amel etmemişlerdir. Allah’a ulaşmanın tek yolu olarak Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine uymayı görmüşlerdir.
Ebu’l-Hasen Şazelî (k.s) der ki:
“Eğer doğru zannettiğin bir keşfin Kur’an ve sünnete ters düşerse, Kur’an ve sünnetin dediğini yap, keşfini terk et ve nefsine: “Hiç şüphesiz Yüce Allah benim için emniyeti Kur’an ve sünnette yaptı, keşif ve ilhamda yapmadı,” de.( İbnu Acibe, İkazu’l-Himem, II, 302)

Büyük Arif İmam Rabbani (k.s) bu konuda şu uyarıları yapar:
“Tasavvuf terbiyesine giren kimseye önce Ehl-i Sünnet inancına göre itikadını düzgün yapması gerekir. Sonra, Kur’an ve hadisi ancak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin anladığı ve kabul ettiği manalara uygun tevil ve tefsir etmelidir. Eğer, keşif ve ilham yoluyla kalb de Kur’an’a ve sünnete ters gelen bir şey zuhur ederse onları terk etmeli ve Yüce Allah’ın zat ve sıfatları hakkında kalbe ve akla gelen bütün manalar, dinin zâhiri ilimlerine uygun olmalıdır. Allah’a yaklaşma, ulaşma, kavuşma gibi durumlar ve haller, zâhir ilmin kabul ettiği mananın dışında düşünülmemelidir. Bazı alimlerin amelde kusuru varsa da onların dinin asıllarına dayalı görüşlerini toptan ret etmemelidir. Bazı veliler manevi sarhoşluk halinde zâhir ilme ters düşen sözler sarf etmişlerdir. Bunlara şatahat denir. Onlar bu durumda mazurdurlar. Hem bu durumda söylenen sözler ile amel edilmez. Cezbe ve manevi sarhoşluk içindeki veliler irşat yapamazlar. Onları sevdikleri Yüce Allah’a havale etmeli, haklarında ileri geri konuşmamalıdır. Asıl mesele, ilahi emirleri yerine getirip yasaklanan amelleri terk etmektir. Her ne kadar dinin emirleri tutulursa o nispette nefse muhalefet ve Allah’a muhabbet edilmiş olur. bu tür şeylerden Allah’a sığınmalıdır.”

İslam tarihinde Bâtıniye diye anılan bir grup: “biz bâtın ehliyiz, işin özü ve aslı bâtındır, bâtının dışındakiler batıldır.” diyerek fitne yaymışlar ve dinin temel esaslarını tahrif etmişlerdir. Hicri II. Asrın başlarına kadar kökleri uzanan bu fitne grubu diğer dinlerle putperestliğin ve Mecusiliğin karışımından oluşmuş farlı bir akımdır. Daha çok siyasi yollarla İslam’ı tahrif için kurulmuştur. Namaz imama itaat etmek, oruç imamın sırlarını korumak, zekat mezhep mensuplarına ilim dağıtmak, hac imamı ziyaret etmek, Cennet dünyadaki rahat hayat, cehennem de dünyadaki çileli yaşantıdır diyen bu grubun İslam dini ile hiçbir alakası yoktur. Bunlara ibahiyye de denir. Zamanımızda az da olsa uzantıları vardır.

Bunlardan başka bir grup da önce mümin iken sonra dinden çıkmışlardır. Bu kimseler, bir zaman ibadet, taat ve zikirle meşgul olduktan sonra, kendilerince kemale erdiklerini, iç alemlerinin Allah’ın sevgi ve feyzi ile dolduğunu, Allah’a kavuştuklarını, Allah ile bütünleştiklerini düşünürler ve artık amel etmenin, namaz kılmanın bir gereği kalmadığını söyleyerek bütün ibadetleri terk ederler. Ayrıca, bu hâle ulaşanlara hiçbir haramın zarar vermeyeceğini söyleyerek rahatça haramlara dalarlar. Bu, şeytanın bir oyunudur.

Bunlardan başka açıkça dini inkar etmediği halde, “sen benim içime bak, kalbin temiz olsun, niyetinde kötülük taşıma yeter” deyip hiçbir ibadete yanaşmayan kimseler mevcuttur. Bu da bir aldanmadır ve şeytanın oyunudur. (“Kûtu’l-Kulûb fî Muameleti’l-Mahbub ve Vasfu Tarikı’l-Mürid ila Makami’t-Tevhid”)

Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücut, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir.


Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir.

1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.

2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir.

3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır.

Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lütfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma).

Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.

Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebepse Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir.

Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh.

Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın (isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dünyada ilahi bir düzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ”

Hz.Muhammed (s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda bir araya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secde gah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhit de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammed ün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; "La ilahe" demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebeptir.Aslında bütün bu bölünmeler ve izahatlar anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. "Muhammed ün Resulullah" ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.

Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.

İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O "göklerin ve yerlerin nuru" (Nur-35) olarak her an her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim Rahman/29 )


اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
" Allahü nurus semavati vel ard meselü nurihi ke mişkatin fiha misbah elmisbahu fi zücaceh ezzücacetü ke enneha kevkebün dürriyyüy yukadü min şeceratim mübaraketin zeytunetil la şerkiyyetiv ve la ğarbiyyetiy yekadü zeytüha yüdiy'ü ve lev lem temseshü nar nurun ala nur yehdillahü li nurihi mey yeşa' ve yadribüllahül emsale lin nas vallahü bi külli şey'in alim. Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur-35)  
يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ*
 " Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin.O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim Rahman/29 )

Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı... Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir.

Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rast gele bir şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır;
"……Feeynema tuvellu fesemme vechullah" Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir.  (Bakara/115)
وَلِلّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللّهِ إِنَّ اللّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ*
(Ve lillahil meşriku vel mağribü fe eynema tüvellu fe semme vechüllah, innallahe vasiun alim. Her ne yana dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır.)

Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün değildir. Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini görebilmesine vesile olur.

"Hu vel Evvelu vel Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3) "Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd",(Biz O'na (insana) şah damarıdan daha yakınız), (Zariyat 21). Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır.

هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
Huvel'evvelu vel'ahiru vezzahiru velbatinu ve huve bikulli şey'in 'aliymun. Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur” (Hadid 3)
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ*
(Ve fi enfusikum e fe la tubrirun Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!) (Zariyat 21)
قُلْ هُوَ اللَّهُ أَحَدٌ*
Kul hüvallahü ehad.De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.” (İhlas-1)
اللَّهُ الصَّمَدُ*
Allahüs Samed. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” (İhlas -2)
لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ*
Lem yelid ve lem yuled. O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).” ((İhlas -3)
وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ*
Ve lem yekün lehu küfüven ehad,.Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas -4)


Gelelim Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine; Birinci mânâda "la ilahe" "tanrı yoktur ", ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme. "Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!.." demektir.
“Her nereye baksam Allahı görürüm”  Hz.Ali(r.a)  ,
  “Görmediğim Allaha ibadet etmem”  Hz.Ali(r.a)
Halife olan varlık, vasfını ötede bir Allah’dan almamaktadır. Bu idrak, O'nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna'nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur. (Bakara 30)  Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; "Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (Tin/4-5)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
Ve iz kale rabbüke lil melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey yüfsidü fiha ve yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kale inni a'lemü ma la ta'lemun. Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara 30)
 لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ*
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ*
 Lekad halaknel'insane fiy ahseni takviymin*Sümme redednahü esfele safiliyne. Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.* Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.”. (Tin/4-5)

Esma'nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil'dir.
Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını almasına neden olmuştur.
Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz. Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilim adamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır.

Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.

Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM'ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.

Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler.

Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin "Ayan-ı Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
"Ve iz kale rabbüke lil melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey yüfsidü fiha ve yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kale inni a'lemü ma la ta'lemun.Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara-30)
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ*
Ve alleme ademel esmae külleha sümme aradahüm alel melaiketi fe kale embiuni bi esmai haülai in küntüm sadikiyn. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.” (Bakara-31)

Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir.

Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.

Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır.
Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.

Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır.
Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)

Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. Bu mevcudat, mümkünattır. Yani var olmasıda, olmamasıda mümkündür. Varoluşun kitabı kainat ve özeti olan Kur’an, NOKTA ile başlar.Bu nokta herşeyin içinde olduğu tohum anlamında olduğu gibi;Mutlak varlığın bilinmesi için, ortaya çıkarılan YOKLUK anlamındadır. Mevcudatın tümü, içinde yokluk mefhumu olan noktadır. Nokta, tüm mevcudatın-varlıkverilenlerin kendisi ve özetidir. İlmin başı noktadır. Nokta konulmuşturki bununla varlık (vücud) bilinsin.Herşeyin izahı-beyanı bu noktada mevcuttur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir"
 يَسْأَلُهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ*
Yes'eluhu men fiyssemavati vel'ardi kulle yevmin huve fiy şe'nin. Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.” (Kur'ân-ı Kerim Rahman/29)

Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur.

Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz. Muhammed(S.A.V)  'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (Enfal/17) ifadesi vardır.
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ*
"Fe lem taktüluhüm ve lakinnellahe katelehüm ve ma rameyte iz rameyte ve lakinnellahe rama ve li yübliyel mü'minine minhü belaen hasena innellahe semiun alim. (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz” (Enfal-17)
Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.
Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey  insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V)  'in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi.  İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz  Hz. Muhammed  (S.A.V)  dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.("Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin" Hz.Mevlana).

Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim Bakara-30)
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ*
Ve iz kale rabbüke lil melaiketi inni cailün fil erdi halifeh, kalu e tec'alü fiha mey yüfsidü fiha ve yesfiküd dima', ve nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü lek, kale inni a'lemü ma la ta'lemun. Hani, Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti.” (Bakara-30)

Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim"  diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. Sevdim   ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan  bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür.

Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu özelliğe erişme yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir.

Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.
Kişinin gönlünde HAK'kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır.

a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak.

b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak.

c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.

Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâ­zı­ları bu­na genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu se­bepledir ki, bizim ölçülerimize göre değer­lendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bit­meyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar. Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar orta­dan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu mukadder hadiseye kıya­met der; ne zaman kopacağı sorulduğunda "ölçü­lemeyecek kadar u­zun bir süre sonra" cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçü­lecek zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O'nda. Bâzıları "yaratılışa ne gerek var­dı, O'nun ihtiyacı mı vardı" diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınıl­mazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve gü­zellikle dolu O'nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; ha­ki­katte ne yaratılış var, ne de yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar.

O, fânîler mutlu olsun diye iyi davranan kullarına cennet vaâd etti, kötü davrananların ise cehennemde ceza göreceklerini tebliğ etti; halbuki her an yeniden yaratılan ve kıyamet kopan âlemde cennetin de cehen­nemin de zâten mevcut olduğunu, bâzılarının öbür dünya, bâzılarının öte âlem dedikleri yerin zâten burası, burasının da orası olduğunu allegorik bir şekilde ifâde ettiğini pek çok insan anlayamadı; anlayanlardan Yûnus Emre diye birisi “cennet cennet dedikleri bir­kaç köşkle birkaç hûri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diye yakardı.

O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok ola­cağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden son­suz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içe­risinde sev­giyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi hep­sinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök ci­simleri, yıldızlar, geze­genler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler.
En azından bir tânesinin varlığından emin oldu­ğumuz bâzı ge­zegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik mole­kül­ler teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının ko­zervat de­dik­leri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bun­lara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi.

Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isim­ler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşü­nül­dü. Can, O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ay­rı­calıktı âdeta ama, evrimin kaçınıl­maz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar. Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevre­deki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşü­nemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reakti­vi­teyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde so­nunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekil­de uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi.

Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kav­ra­ya­mayacaklarını açıkça beyan etti.

Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yan­sımasını ya­ratmak istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, bir­le­şerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza e­dilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi... gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik de­diler.

O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu. O, bu menfî vasıflara şeytan, iblis, kötü ruh, müsbet olanlara melek, peri, arada ve karışık olanlara cin gibi isimler taktı. Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi  (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşü­nemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez... Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâ­vi­yesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulun­madığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.

Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzel­lik­ler oluş­turdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâ­zılarının me­meliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer can­lılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sa­hip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus... gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye on­ları ırklara, milletlere, dinlere... böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün.

Hep O'nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar.O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, er­miş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere...

O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin “ dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaf­tan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun in­sana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düş­meden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.

Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler. Zâten O'’un da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.

Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar.
Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak. Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı.
"Elest" gününden bahsediliyor. Allah insanı bir tür olarak yaratmaya karar verdiğinde, Kıyâmet'e kadar sırası geldikçe yaratılacak olan bütün insanlarla ahitleşmiştir. "Ben Rabbınız değil miyim?" ("Elestü bi Rabbikum?") sorusuna insanlar "Evet" ("Belâ") diye cevap vermişlerdi. Dolayısıyla Allah'a inanma ve onun çizdiği sınırlar ve gösterdiği doğru yolda yaşama hususunda her insan kendi kendinin şahididir ve Allah'a söz vermiştir. Bu, her insanda doğuştan Allah'a inanma ve doğru yaşama güdüsü, temeli var demektir. Her insan Allah'a ulaşma kudret ve yeteneğine sahiptir. Ancak insanlar çoğu zaman bu ahitleri unutmuşlardır (Kur'ân-ı Kerim Taha-115; Bakara/27-28; İsra/34; Secde/14; Haşr/19 ).
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا*
"Ve lekad ahidna ila ademe min kablü fe nesiye ve lem necid lehu azma . Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.” ( Kur'ân-ı Kerim Taha-115)

الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِن بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَن يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الأَرْضِ أُولَـئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ*
Ellezine yenkudune ahdellahi mim ba'di misakih, ve yaktaune ma emerallahü bihi ey yusale ve yüfsidune fil ard, ülaike hümül hasirun. Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bakara-27)
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتاً فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ*
Keyfe tekfürune billahi ve küntüm emvaten fe ahyaküm, sümme yümitüküm sümme yuhyiküm sümme ileyhi türceun. Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara-28)
وَلاَ تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُولا*
" Ve la takrabu malel yetimi illa billeti hiye ahsenü hatta yeblüğa eşüddehu ve evfu bil ahd innel ahde kane mes'ula. Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.” (İsra-34)

فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا إِنَّا نَسِينَاكُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ*
Fe zuku bi ma nesiytüm likae yevmiküm haza inna nesiynaküm ve zuku azabel huldi bi ma küntüm ta'melun.  (Onlara şöyle denilecek:) “O hâlde, bu gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın. Biz de sizi unuttuk. Yapmakta olduklarınıza karşılık ebedî azabı tadın.” (Secde/ 14)
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ*
Ve la tekunu kelleziyne nesullahe feensahum enfusehum ulaike humulfasikune. Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” (Haşr/19 ).

Allah bu dünyada her kavme, her insana doğru yolu bulması için gerekli uyarıları gönderiyor. Nihaî sorgulamayı öbür dünyaya bıraktığı gibi, zulümde aşırı giden fert ve toplulukları bu dünyada da cezalandırıyor. Allah'ın yeryüzündeki insanları aydınlatmak için peygamber olarak gönderdiği Hz. Nuh'un kavmi ve hattâ ailesinden birçoğu da kendisine inanmamışlardı ve büyük bir tufanla ortadan kaldırılmışlardı (Kur'ân-ı Kerim Araf/59-64; Hud/25-48).

لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ إِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ*
Le kad erselna nuhan ila kavmihi fe kale ya kavmi'büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh inni ehafü aleyküm azabe yevmin aziym Andolsun, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik de, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.” ( Araf/59)
………………………………………………………………………………………..
………………………………………………………………………………………..
فَكَذَّبُوهُ فَأَنجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْماً عَمِينَ*
Fe kezzebuhü fe enceynahü vellezine meahu fil fülki ve ağraknellezine kezzebu bi ayatina innehüm kanu kavmen amin. Derken kavmi onu yalanladı. Biz de onu ve gemide onunla beraber bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar (vicdanları hakka kapalı) kör bir kavim idiler. ( Araf/64)
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ*
"Ve le kad erselna nuhan ila kamihi inni leküm nezirum mübin.Andolsun, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” (Hud/25)
…………………………………………………………………….
……………………………………………………………………
قِيلَ يَا نُوحُ اهْبِطْ بِسَلاَمٍ مِّنَّا وَبَركَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِّمَّن مَّعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ*
Kiyle ya nuhuhbit bi selamim minna ve berakatin aleyke ve ala ümemim mimmem meak ve ümemün senümettiuhüm sümme yemessühüm minna azabün elim. Ona denildi ki: “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden esenlik ve bereketlerle (gemiden) in. Daha birtakım ümmetler de olacak ki, biz onları (dünyada) yararlandıracağız. Sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap dokunacak.” (Hud/48)

 Ad kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Hud'u dinlemedikleri için bir rüzgar ve kum fırtınası içinde yok edildiler (Kur'ân-ı Kerim Hud/50-60; Şuara/123-140; Ahkaf/21-25; Hakka/6-8).

وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ مُفْتَرُونَ*
Ve ila adin ehahüm huda kale ya kavmi'büdüllahe ma leküm min ilahin ğayruh in entüm illa müfterun. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik. Hûd, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka sizin hiçbir ilâhınız yoktur. Siz, sadece iftira ediyorsunuz.” (Kur'ân-ı Kerim Hud/50)
…………………………………………………………………..
………………………………………………………………….
وَأُتْبِعُوا فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلا إِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْ أَلاَ بُعْدًا لِّعَادٍ قَوْمِ هُودٍ*
Ve ütbiu fi hazihid dünya la'netev ve yevmel kiyameh e la inne aden keferu rabbehüm e la bu'del li adin kavmi hud . Onlar, hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lânete uğratıldılar. Biliniz ki Âd kavmi, Rablerini inkâr etti. (Yine) biliniz ki Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzaklaştı.” (Kur'ân-ı Kerim Hud/60)

كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ*
"Kezzebet adünil murselin .Âd kavmi de peygamberleri yalanladı.” ( Şuara/123)
…………………………………………………………….
…………………………………………………………….
وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ*
Ve inne rabbeke le hüvel azizür rahiym. Şüphesiz senin Rabbin, mutlak güç sahibi ve çok merhametli olandır.( Şuara/140)

وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنذَرَ قَوْمَهُ بِالْأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتْ النُّذُرُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ*
"Vezkür eha ad iz enzera kavmehu bil ahkafi ve kad haletin nüzüru mim beyni yedeyhi ve min halfihi ella ta'büdu illellah inni ehafü aleyküm azabe yevmin aziym.Kendisinden önce ve sonra uyarıcıların gelip geçmiş olan Âd kavminin kardeşini (Hûd’u) hatırla. Hani Ahkâf’taki kavmini, “Ancak Allah’a ibadet edin, çünkü ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum” diye uyarmıştı.” ( Ahkaf/21)
……………………………………………………………………..
……………………………………………………………………..
تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِأَمْرِ رَبِّهَا فَأَصْبَحُوا لَا يُرَى إِلَّا مَسَاكِنُهُمْ كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ*
Tüdemmiru külle şey'im bi emri rabbiha fe asbehu la yüra illa mesakinühüm kezalike neczil kavmel mücrimin.O, Rabbimin emriyle her şeyi yerle bir eder.” Derken evlerinden başka hiçbir şeyleri görünmez hâle geldiler. İşte biz, suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız. “ ( Ahkaf/25)

وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ*
"Ve emma 'adun feuhliku biriyhin sarsarin 'atiyetin. Âd kavmine gelince, onlar da uğultulu ve dondurucu şiddetli bir rüzgârla helâk edildi.” (Hakka/6)
سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَى كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍ*
" Sahhareha 'aleyhim seb'a leyalin ve semaniyete eyyamin husumen feterelkavme fiyha sar'a keennehum a'cazu nahlin haviyetin. Allah, onu kesintisiz olarak yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş hâlde görürdün.” (Hakka/7)
فَهَلْ تَرَى لَهُم مِّن بَاقِيَةٍ*
Fehel tera hehum min bakiyetin. Şimdi onlardan geri kalan bir şey görüyor musun?” (Hakka/8)

Lut Peygamber'in kavmi de, kendisini dinlemeyip ahlâksızlığa devam ettikleri için Allah tarafından helâk edilmişlerdi (Kur'ân-ı Kerim Hud/77-82)
وَلَمَّا جَاءتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَـذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ*
"Ve lemma caet rusülüna lutan sie bihim ve daka bihim zer'av ve kale haza yevmün asiyb.Elçilerimiz Lût’a gelince onların yüzünden üzüldü, göğsü daraldı ve “Bu çok zor bir gün” dedi.” (Hud/77)
…………………………………………………………………………
…………………………………………………………………………
فَلَمَّا جَاء أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِّن سِجِّيلٍ مَّنضُودٍ*
Felemma cae emruna cealna aliyeha safileha ve emtarna aleyha hicaratem min siccilim mendud.(82-83) (Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud/82)

Aynı şekilde Salih Peygamber'e karşı gelen Semud kavmi, taşlardan oyulmuş evlerde kalmalarına rağmen yok edildiler (Kur'ân-ı Kerim A’raf/73-84; Şuara/146-158).

وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ هَـذِهِ نَاقَةُ اللّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللّهِ وَلاَ تَمَسُّوهَا بِسُوَءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ*
"Ve ila semude ehahüm saliha kale ya kavmi'büdüllahe maleküm min ilahin ğayruh kad caetküm beyyinetüm mir rabbiküm hazihi nakatüllahi leküm ayeten fe zeruha te'kül fi erdillahi ve la temessuha vi suin fe ye'huzeküm azabün elim. Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i Peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Gerçekten size Rabbinizden (benim peygamber olduğumu gösterecek) açık bir delil geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın şu devesi.. Bırakın onu da Allah’ın mülkünde yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.” (A’raf/73)
………………………………………………………………….
………………………………………………………………….
وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ*
Ve emtarna aleyhim metara fenzur keyfe kane akibetül mücrimin.Onların üstüne bir azap yağmuru yağdırdık.” Bak, suçluların akıbeti nasıl oldu.”  (A’raf/84)
أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ*
فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ*
وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ*
E tütrakune fi ma hahüna aminin *Fi cennativ ve uyun *Ve züruiv ve nahlin tal'uha hediym . (146-148) “Siz buradaki bahçelerde, pınar başlarında, ekinlerde, meyveleri olgunlaşmış hurmalıklarda güven içinde bırakılacak mısınız?” (Şuara/146-148)
…………………………………………………………………….

فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ*
" Fe ehazehümül azab inne fi zalike le ayeh ve ma kane ekseruhüm mü'minin. Böylece onları azap yakaladı. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Onların çoğu ise iman etmiş değillerdir.” (Şuara/158)

Hz. Şuayb ile Medyenliler arasında da aynı şey olmuştu (Kur'ân-ı Kerim Hud/84).
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ*
"Ve ila medyene ehahüm şüayba kale ya kavmi'büdüllahe maleküm min ilahin ğayruhv ve la tenkusul mikyale vel mizane inni eraküm bi hayriv ve inni ehafü aleyküm azabe yevmim mühiyt. Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber gönderdik. O, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” (Hud/84).

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Demek ki, zaman içinde Allah ile imân ahitleşmesini unutanlar, Allah'ın her an yaratmakta olduğu şu evrendeki milyonlarca varlık ve olaydan bir ibret çıkartamayanlar, onun gönderdiği elçilere uymayanlar elim bir şekilde cezalandırılıyor.

Allah'ın yaratması süreklidir. Her yaratma taptazedir ve her insan bu dünyaya tertemiz olarak gelir. İçinde yaşadıkları çevre ve Hakk tebliğleri, onları, doğru inanan ve doğru davranan kişiler yapmalıdır. Ama onlar çoğu kez, geçmişte yaşamış insanların yanlış gelenekleri içinde boğulup kalırlar. Allah kendilerine duyu organları, anlayış, akıl vermişken; tabiat ve Kitap onları açık açık inanmaya çağırırken onlar inanmamakta direnirler veya atalarında gelen yanlış şeylere inanırlar. "Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış idiyseler?" (Kur'ân-ı Kerim 2/170).
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ*
" Ve iza kiyle lehümüt tebiu ma enzellellahü kalu bel nettebiu ma elfeyna aleyhi abaena, e ve lev kane abaühüm la ya'kilune şey'ev ve la yehtedun. Onlara, “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar)?” (Bakara/170).

Bizi yaratan Allah, bu dünyada da bizi bir an olsun boş bırakmaz. İnsan belli bir amaçla yaratılmıştır ve bu amaca varıp varmaması hassas bir şekilde izlenir.
Allah, yeryüzündeki bütün canlıların rızıklarını, duracak ve kalacak yerlerini verir (Kur'ân-ı Kerim Hud/6).
وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي الأَرْضِ إِلاَّ عَلَى اللّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ*
"Ve ma min dabbetin fil erdi illa alellahi rizkuha ve ya'lemü müstekarraha ve müstevdeaha küllün fi kitabim mübin.Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.” ( Hud/6).

Çünkü onun rahmet hazineleri tükenmez. İnsana düşen Rabbinin gönlüne koyduğu nûru yakalamak, O diledikçe dilemek (Kur'ân-ı Kerim Tekvir/29)
وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ*

" Ve ma teşaune illa en yeşaallahu rabbul'alemiyne. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”  (Tekvir/29)
ve O'nun emrettiği şeyleri O'nun koyduğu sınırlar içinde yapımaktır. Bu görev ilk önce akıl ile tabiattaki sırları, iman ile de kendi benliğinin derinliklerinde olan iç sırları anlamak ve onlara uygun davranmaktır. Bu sırlara ulaşmadan Allah'ın halifeliğini yapmak, onun emanetini taşımak, onun en yüce varlığı olarak tabiata zulmetmeden onun tecellilerine katılmak mümkün değildir. Onun için önce ruhumuzu, kafamızı sıkıştırıp duran zincirleri kırmalı; Allah'ı bilmeli, inanmalı ve onun çok yönlü ve zor sınavına hazırlıklı olmalıyız. Çünkü bu sınav açlıkla, toklukla, yoklukla, bollukla, belâ ve kurtuluşla, hastalıkla, sağlıkla, ölümle, doğumla, neş'e ve kederle v.s. yapılır. Her durumda, Allah'a inanan onun metin ve kendini kaybetmeyen, ana yemini unutmayan kullarından olmak gerekir.

1. Nefs-i emmare: Ruhun kontrolunda olmayan şehvet, kin, hırs, haset, alay, kibir, gaflet, gazap, bencillik gibi özellikleri olan kötü nefis (Kur'ân-ı Kerim Yusuf/53 ; Zuhruf/51-52; Bakara/258; Mü’min/16).

وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ*
" Ve ma überriü nefsi innen nefse le emmaratüm bis sui illa ma rahime rabbi inne rabbi ğafurur rahiym.Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.” (Yusuf/53)
وَنَادَى فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِن تَحْتِي أَفَلَا تُبْصِرُونَ*
Ve nada fir'avnü fi kamihi kale ya kavmi e leyse li mülkü misra ve hazihil enharu tecri min tahti e fe la tübsirün. Firavun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zuhruf/51)
أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ*
Em ene hayrum min hazellezi hüve mehinüv ve la yekadü yübin. Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?” (Zuhruf/52)
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِي حَآجَّ إِبْرَاهِيمَ فِي رِبِّهِ أَنْ آتَاهُ اللّهُ الْمُلْكَ إِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّيَ الَّذِي يُحْيِـي وَيُمِيتُ قَالَ أَنَا أُحْيِـي وَأُمِيتُ قَالَ إِبْرَاهِيمُ فَإِنَّ اللّهَ يَأْتِي بِالشَّمْسِ مِنَ الْمَشْرِقِ فَأْتِ بِهَا مِنَ الْمَغْرِبِ فَبُهِتَ الَّذِي كَفَرَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ*
E lem tera ilellezi hacce ibrahime fi rabbihi en atahüllahül mülk, iz kale ibrahimü rabbiyellezi yuhyi ve yümitü kel ene uhyi ve ümit, kale ibrahimü fe innellahe ye'ti biş şemsi minel meşriki fe'ti biha minel mağribi fe bühitellezi kefer, vallahü la yehdil kavmez zalimin.Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp böbürlenerek) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi? Hani İbrahim, “Benim Rabbim diriltir, öldürür.” demiş; o da, “Ben de diriltir, öldürürüm” demişti. (Bunun üzerine) İbrahim, “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir” deyince, kâfir şaşırıp kaldı. Zaten Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara/258)
يَوْمَ هُم بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِّمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ*
Yevme hüm barizun la yahfa alellahi minhüm şey' li menil mülkül yevm lillahil vahidil kahhar.O gün onlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır” (Mü’min/16).

Bu safhadaki nefis büyük bir yanılgı içindedir. çünkü insanın canı ve bedeni bile geçici olarak kendine verilmiştir. Bunun dışındakiler ise onun değildir.

2. Nefs-i levvâme: Şüphe içindeki nefs. Burada ruh doğru ile yanlışın farkına varmıştır. Ama kendiliğinden yüce yaratıcıya bir türlü koşamıyor; sadece kendini kınıyor, azarlıyor (Kur'an-ı Kerim Kıyame/1-3).
لَا أُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ*
La uksimu biyevmilkiyameti. Kıyamet gününe yemin ederim.” (Kıyame/1)
وَلَا أُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ*
Ve la uksimu binnefsillevvameti. (Kusurlarından dolayı kendini) kınayan nefse de yemin ederim (ki diriltilip hesaba çekileceksiniz).” (Kıyame/2)
أَيَحْسَبُ الْإِنسَانُ أَلَّن نَجْمَعَ عِظَامَهُ*
Eyahsebul'insanu ellen necme'a 'izamehu.İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanır?” (Kıyame/3)

3. Nefs-i mülheme: İlham almaya müsait hale gelmiş nefse, artık içten azar azar ilhamlar ve doğrudan iyilik-kötülük bilgileri gelmeye başlamıştır (Kur'ân-ı Kerim Şems/1-10).
وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا*
"Veşşemsi ve duhaha. Güneşe ve onun aydınlığına andolsun” (Şems/1)
وَالْقَمَرِ إِذَا تَلَاهَا*
Velkameri iza telaha. Onu izlediğinde Ay’a andolsun,” (Şems/2)
…………………………………………………………
…………………………………………………………
وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا*
فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا*
قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا*
"Ve nefsin ve ma sevvaha. *Feelhemeha fücureha ve takvaha *Kad efleha men zekkaha. (7-9) Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems/7-8-9)
وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا*
"Ve kad habe men dessaha. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/10)

4. Nefs-i mutmaine: İlâhî nurla aydınlanan nefistir. Artık nefs-i emmarenin baskılarından kurtulmuş, sükun bulmuş, yaptığı her işte Allah'a teslim olan nefis.

5. Nefs-i raziyye: Artık evreni Allah'ın bir parçası olarak seyredip ondan razı olan nefis.

6. Nefs-i merziyye: İnsanlar arasında ahlâk güzelliği, merhamet ve lütuf göstererek yaşamak.

7. Nefs-i kâmile: Çoklukta birlik, birlikte çokluk görme kademesine ulaşmış olan nefis.

Tasavvufun gayesi, insan nefislerini öldürmekten ziyade bu kademelerden geçirerek iyice olgun bir nefis haline getirmektir.

Burada izlenen yol da önce halktan koparak zirveye doğru çıkmak, orada temizlenip tekrar halk arasına dönmek ve insanlara hizmet etmektir. Çıkış yolu çok zahmetli olduğu için, mutasavvıfların çoğunu yoldaki engellere dikkat çekmişlerdir. Yunus'a göre, nefsin olgunluğa doğru yükselmesi yolunda, gene nefsin içinden kaynaklanan ve dışardan da beslenen binlerce engel vardır.

Bunların başında kibir gelir. Bir şey olmak isteyip de olamayan kişinin duyduğu büyüklük zannı kibirdir. İblis'in, Firavun'un günâhları kibirleri idi ve bu tür günâhlar affedilmez; çünkü insandaki bütün yaratıcı güçleri öldürür.

Akıl, Allah'ın yarattığı ilk şeydir. O da ruh gibi son derece lâtiftir; bizim, ancak eserlerini görebileceğimiz, kendisine ulaşamayacağımız değerli bir şeydir.
Akıl, insan ruhunun bir sıfatı olarak da açıklanmaktadır. Ancak akıl algılara, algı da maddeye bağlıdır. İnsan hangi ortamda hangi maddelerle yaşıyorsa algıları, bilgisi ve aklı ona göre oluşur İnsan aklı, insanın içinde yaşadığı maddî gerçeği anlayıp ondan faydalanarak, ona uygun rahat bir hayat sürmesi içindir. Ama o, herşeyi sebep ve vasıtalarla algılamaya ve çözmeye çalıştığı için sık sık çok cesurca girişimlerde bulunur.
İslâm dini, inanmayı büyük ölçüde akıl üzerine kurmuştur. Çünkü inanmak için bu dünyadaki bir çok şeyi anlamak, bilmek gerekir. Görüleni, duyulanı, algılanan her şeyi bilgi sistemine yerleştirmek ve onu da imanın temeline koymak gerekir. Yoksa akıl ve bilgi üzerine kurulmayan bir iman, öncekilerin bilinçsizce bir taklidinden başka bir şey olamaz. Eskilerin âdet ve yanlış inançlarına taklitle körü körüne bağlı kalma ise, Kur'ân-ı Kerim'de âdeta yasaklanmıştır. İslâm dini bir çok âyetinde insanları düşünmeye, incelemeye, göz önüne almaya, tedbire, rasyonel davranmaya, anlamaya davet eder ki, bunların hepsi de akıl ile ilgili fonksiyonlardır. Kur'ân'da, akıllıları inanmaya ikna ile ilgili 766 âyet vardır.

İslâm dini belli bir noktaya kadar aklı rehber edinir, o noktadan sonra da akla rehber olur. İslâm, aklı ve düşünceyi taklit zincirinden kurtarmaya; insanı kendi duyumları ve muhakemesi ile devamlı taze bilgiler oluşturmaya davet eder. İslâm, insandan hür fikir ister; bu da akılla olur. Aklı ve düşünceyi sınırlayacak, esir edecek her türlü sisteme ve geleneğe karşı çıkar. O, inanmaya mecbur etmez, çeşitli delillerle inanmaya davet eder.
Hz. Muhammed de, bir çok hadislerinde insanın dininin aklı olduğunu; aklı olmayanın dininin olamayacağını veya doğru inanca ulaşamayacağını, inancın ancak akıl derecesinde olabileceğini belirtir. Mes'elelere her durumda akılla yaklaşmalıdır. Düşünmek (nafile) ibadetten hayırlıdır ve insanların birbirlerine üstünlükleri ancak akılları oranındadır; çünkü iman da, iyi amel de akıllı olmaya bağlıdır. Allah'ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Biz, bu ölçüye dayanarak iyiyi kötüden ayırabiliriz.

Ancak, akıl konusunda kelâmcılarla nasçılar ve mutasavvıflar arasında bir hadis uydurma yarışı başlamış, aklı öven veya kötüleyen bir çok uydurma hadis söylenmiştir.
İnsana verilen akıl, Allah  katındaki tümel akla göre zaman, mekân ve algılarla sınırlı ve bunlara göre hareket eden bir akıl olarak verilmiştir. Eğer akıl bu dünyadaki maddelerle, algılarla sınırlanır ve zanlar arasında boğulup kalırsa, insanın ayağına dolanan, onu karanlıklara götüren bir "rehber" olmuş olur. Ama eğer bu dünyadaki anlamlara yönelir, maddelerin ve olayların idarecisi olan bilgiyi kavrar ve oradan Allah'a yönelirse, Hakk'ın tecellilerine en doğru bakış ile bakmış ve insan için bu dünya hayatında en iyi rehber olmuş olur.

Ruh, nur, akıl aslı bakımından görünmez; bunları ancak maddedeki yansımalarıyla görürüz. Ruh maddede çeşitli varlıklar şeklinde yansır, nur görüntüler şeklinde, akıl da bilgi şeklinde. Meselâ, güneş olsa da varlıklar olmasa, onun ışığını göremeyiz. Aklı görebilmemiz için de madde gereklidir.

Madde sistemi, onun algılanması, sebep-sonuç bağlantılarının ortaya konması bizi bilgilere ulaştırır. Bilgiler gerçeklere dayandığı için, bilgi sistemlerinin taranıp karşılaştırılması olan düşünce de gerçeğe uygun olmalıdır. Gözlerimiz, Allah'ın tecellisi olan realiteyi görür, düşünceler de bu realite üzerinde olmalıdır.

Bilgi, tecelli ve varlıktır; varlık olmasa bilgi de olmaz. Maddelerle ve sebeplerle biliş, vasıtalı biliştir. Bilginin gelişmesi, ortamın ve maddenin gelişmesiyle, daha iyi bilinmesiyle olacaktır. Allah devamlı tecelli eder, şekilleri devamlı değiştirir ve bu şekilde hakikat da devamlı ortaya çıkar.

İnsan, hem madden hem de mânen en yüksek varlıktır. Bütün varlıkların, bütün canlıların tabiatları insanda vardır. İnsan gerçeğe ulaşmada, bu kademelerin hepsinden faydalanmak zorundadır. İnsanın, canlılar içinde madden en yüksek olmasını, onun cinsel hayatında, mânen yüksekliğini ise, bilgide ve inançta görüyoruz. Dolayısıyla insan, aşağıların en aşağısı ve yükseklerin en yükseği olma potansiyelini elinde bulunduruyor. Bu madde-mânâ sentezinde, insan, ilkönce maddeyi bilerek işe başlamalıdır. Madde bilinmeden mânâyı bilmeye çalışmak koca bir vehimdir, boş şeyle uğraşmaktır.

Mânâ bilgisine maddiyattan geçilir. Kâmil insan, varlık kademelerinin hepsinden sırayla geçmelidir. Maddeyi kaldıracak olursak ruhumuz neyi algılayacak, aklımız neyi bilecektir. İşe maddeden başlamalı, ancak maddeye hapsolup kalmamalıdır: Çünkü sebepleri ve sonuçları anlamlar katında yakalamak gerekir. Maddede kalan insan, yaratılışta kendisine verilen potansiyeli kullanmamış, hem maddeyi hem mânâyı anlayabilecek bir göze ulaşmamış demektir. Unutmamalı ki, madde ve mânâ bir bütündür; bir tanesi olmadan bir diğeri işe yaramaz. Ancak maddeler geçici, mânâlar ise süreklidir. Bu nedenle bilgi tek tek maddeler üzerine kurulamaz, zaman ve mekân içinde onların bir çoğunu kuşatan mânâlar üzerine kurulur.

Evrenin yaratılmasında iki yön vardır; mülk ve melekût. Mülk, yaratılan her şeyin, insanların ve diğer canlıların duyu organlarıyla algılanan tarafıdır. Melekût ise, varlıkların ve olayların görünmeyen ama mülkü yönlendiren bölümüdür. Allah, her şeyin melekûtunu elinde bulundurur (Kur'ân-ı Kerim Yasin/83).
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ*
Fe sübhanellezi bi yedihi melekutü külli şey'iv ve ileyhi türceun. Her şeyin hükümranlığı elinde olan Allah’ın şanı yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin/83)

İnsanlar ve canlılar evrenin her tarafından her an fışkırıp duran Allah'ın âyetlerine bakıp, onları akılları ile değerlendirerek doğru yolu bulurlar. Bunlar, insanların kolaylıkla anlayıp doğru yolu bulacakları şekilde düzenlenmiştir.

Kur'ân bile, ilim sahibi olan insanların iyice anlayabilmeleri için tam bir eğitim kitabı tarzında indirilmiştir. Bu hususta bir çok âyet bulunmaktadır (Kur'ân-ı Kerim Enam/65,97-98; Araf/32; Rum/22,37; Yunus/101; Nahl/11-12; Bakara/164,221,266; Nur/1; İbrahim /25; Al-i İmran/190; Vakıa/9; Zariyat/20-21; Fussilet/53 gibi)

قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَن يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِّن فَوْقِكُمْ أَوْ مِن تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعاً وَيُذِيقَ بَعْضَكُم بَأْسَ بَعْضٍ انظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ*
" Kul hüvel kadiru ala ey yeb'ase aleyküm azabem min fevkiküm ev min tahti ercüliküm ev yelbiseküm şiyeav ve yüzika ba'daküm be'se ba'd ünzur keyfe nüsarrifül ayati leallehüm yefkahun.De ki: “O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir.” Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (Enam/65)
وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ*
Ve hüvellezi ceale lekümün nücume li tehtedu biha fi zulümatil berri vel bahr kad fassalnel ayati li kavmiy ya'lemun. O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.” (Enam/97)
وَهُوَ الَّذِيَ أَنشَأَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ*
" Ve hüvellezi enşeeküm min nefsiv vahidetin fe müstekarruv ve müstevda' kad fassalnel ayati li kavmiy yefkahun.O, sizi bir tek candan yaratandır. Sizin bir karar kılma yeriniz, bir de emanet bırakılma yeriniz var. Biz anlayan bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıklamışızdır.” (Enam/98)
قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللّهِ الَّتِيَ أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالْطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِي لِلَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ*
Kul men harrame zinetellahilleti ahrace li ibadihi vet tayyibati miner rizk kul hiye lillezine amenu fil hayatid dünya halisatey yevmel kiyameh kezalike nüfassilül ayati li kavmiy ya'lemun.De ki: “Allah’ın, kulları için yarattığı zîneti ve temiz rızkı kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için âyetleri, ayrı ayrı açıklıyoruz.” (Araf/32)
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّلْعَالِمِينَ*
"Ve min ayatihi halkus semavati vel erdi vahtilafü elsinetiküm ve elvaniküm inne fi zalike le ayatil lil alimin. Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum/22)
…………………………………………………………………………………………….
…………………………………………………………………………………………….
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ*
"E ve lem yerav ennellahe yebsütur rizka li mey yeşaü ve yakdir inne fi zalike le ayatil li kavmiy yü'minun. Allah’ın, rızkı dilediğine bol verdiğini ve (dilediğine) kıstığını görmediler mi? Bunda inanan bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum/37)
قُلِ انظُرُوا مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا تُغْنِي الآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَن قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ*
Kulinzuru maza fis semavati vel ard ve ma tuğnil ayatü ven nüzüru an kavmil la yü'minun. De ki: “Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza.” Fakat âyetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.” (Yunus/101)
يُنبِتُ لَكُم بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالأَعْنَابَ وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ*
" Yümbitü leküm bihiz zer'a vez zeytune ven nehiyle ven a'nabe ve min küllis semarat inne fi zalike le ayetel li kavmiy yetefekkerun. Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir kavim için bir ibret vardır.” (Nahl/11)
وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالْنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالْنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ*
Ve sehhara lekümül leyle ven nehara veş şemse vel kaner ven nücumü müsahharatüm bi emrih inne fi zalike le ayatil li kavmiy ya'kilun. O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.” (Nahl/12)
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاء مِن مَّاء فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِن كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخِّرِ بَيْنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ*
"İnne fi halkis semavati vel erdi vahtilafil leyli ven nehari vel fülkilleti tecri fil bahri bima yenfeun nase ve ma enzelellahü mines semai mim main fe ahya bihil erda ba'de mevtiha ve besse fiha min külli dabbetiv ve tasrifir riyahi ves sehabil müsahhari beynes semai vel erdi le ayatil li kavmiy ya'kilun. Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara/164)
وَلاَ تَنكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلأَمَةٌ مُّؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلاَ تُنكِحُوا الْمُشِرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُّؤْمِنٌ خَيْرٌ مِّن مُّشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَـئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللّهُ يَدْعُوَ إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ*
"Ve la tenkihul müşrikati hatta yü'minn, ve le emetüm mü'minetüm hayrum mim müşriketiv ve lev a'cebetküm, ve la tünkihul müşrikine hatta yü'minu, ve le abdüm mü'minün hayrum mim müşrikiv ve lev a'cebeküm, ülaike yed'une ilen nar, vallahü yed'u ilel cenneti vel mağfirati bi iznih, ve yübeyyinü ayatihi lin nasi leallehüm yetezekkerun.  İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin. Allah’a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de, mü’min bir cariye Allah’a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de; iman eden bir köle, Allah’a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır. Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler.” (Bakara/221)
أَيَوَدُّ أَحَدُكُمْ أَن تَكُونَ لَهُ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُ فِيهَا مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ وَأَصَابَهُ الْكِبَرُ وَلَهُ ذُرِّيَّةٌ ضُعَفَاء فَأَصَابَهَا إِعْصَارٌ فِيهِ نَارٌ فَاحْتَرَقَتْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ*
"E yeveddü ehadükümen tekune lehu cennetüm min nehiyliv ve a'nabin tecri min tahtihel enharu lehu fiha min küllis semerati ve esabehül kiberu ve lehu zürriyyetün duafaü fe esabeha i'sarun fihi narin fahterakat, kezalike yübeyyinüllahü lekümül ayati lealleküm tetefekkerun. Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara/266)
سُورَةٌ أَنزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَأَنزَلْنَا فِيهَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَّعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ*
Suratün enzelnaha ve feradnaha ve enzelna fiha ayatim beyyinatil lealleküm tezekkerun. Bu, bizim indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız için onda apaçık âyetler indirdik.” (Nur/1)

تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللّهُ الأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ*
Tü'ti üküleha külle hiynim bi izni rabbiha ve yadribüllahül emsale lin nasi leallehüm yetezekkerun. Bu ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.(İbrahim /25)
وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ*
"Ve ashabulmeş'emeti ma ashabulmeş'emeti.  Kötülüğe batanlara gelince; ne mutsuz kimselerdir!” (Vakıa/9)
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لِّأُوْلِي الألْبَابِ*
"İnne fi halkis semavati vel erdi vahtilafil leyli ven nehari le ayatil li ülil elbab. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Al-i İmran/190)
وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ*
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ*
Ve fil erdi ayatul lil mukinin *Ve fi enfusikum e fe la tubrirun. (20-21) Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinizde birçok alametler vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Zariyat/20-21)
سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ*
" Senürihim ayatina fil afaki ve fi enfüsihüm hatta yetebeyyene lehüm ennehül hakk e ve lem yekfi bi rabbike ennehu ala külli şey'in şehid.Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet/53 gibi)

Maddeye, dış dünyaya ait sırları çözebilecek olan akıl, iç sırları, duyu organlarımızla fark edemediğimiz melekût evrenini de çözebilir mi? Buna "evet" cevabı vermek zordur. Çünkü iç sırları anlamak için akıldan başka "lübb" sahibi olmak gerekir.

Maddî hayatı anlamak ve çözümlemek tek hedef olmamalıdır. Fenlerin ve hattâ irfan ve marifetin üstüne çıkıp "yakîn" bilgi sahibi olmak gerekir. Bunun için her an ve doğrudan Allah'ın öğretmenliğine (Kur'ân-ı Kerim Bakara/282), onun furkan ve nuruna (Kur'ân-ı Kerim Nur suresi), onun yol göstermesine (Kur'ân-ı Kerim Ankebut/69) ve onun "ilm-i ledün" öğretmesine (Kur'ân-ı Kerim Kehf/65) ihtiyacımız vardır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلِ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإن كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَن يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ من رِّجَالِكُمْ فَإِن لَّمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّن تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاء أَن تَضِلَّ إْحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاء إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوْا أَن تَكْتُبُوْهُ صَغِيرًا أَو كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِندَ اللّهِ وَأَقْومُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوْا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِن تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّهُ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ*
" Ya eyyühellezine amenu iza tedayentüm bi deynin ila ecelim müsemmen fektübuh, vel yektüb beyneküm katibüm bil adli ve la ye'be katibün ey yektübe kema allemehüllahü fel yektüb, velyümlilillezi aleyhil hakku vel yettekillahe rabbehu ve la yebhas minhü şey'a, fe in kanellezi aleyhil hakku sefihen ev daiyfen ev la yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil hakku sefihen ev daiyfen ev la yestetiy'u eyyümille hüve felyümlil veliyyühu bil adl, vesteşhidu şehideyni mir ricaliküm, fe il lem yekuna racüleyni fe racülüv vemraetani mimmen terdavne mineş şühedai en tedille ihdahüma fe tüzekkira ildahümel uhra, ve la ye'beş şühedaü iza ma düu, ve la tes'emu en tektübuhü sağiyran ev kebiran ila ecelih, zaliküm aksetu indellahi ve akvemü liş şehadeti ve edna ella tertabu illa en tekune ticaraten hadiraten tüdiruneha beyneküm fe leyse aleyküm cünahun ella tektübuha, ve şehidu iza tebaya'tüm, ve la yüdarra katibüv ve la şehid, ve in tef'alu fe innehu füsuküm biküm, vettekullah, ve yüallimükümüllah, vallahü bi külli şey'in alim. Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin (hepsini tam yazdırsın). Eğer borçlu, aklı ermeyen, veya zayıf bir kimse ise, ya da yazdıramıyorsa, velisi adaletle yazdırsın. (Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Şahitler çağırıldıkları zaman (gelmekten) kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun, borcu süresine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Yalnız, aranızda hemen alıp verdiğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızdan ötürü üzerinize bir günah yoktur. Alışveriş yaptığınız zaman da şahit tutun. Yazana da, şahide de bir zarar verilmesin. Eğer aksini yaparsanız, bu sizin için günahkârca bir davranış olur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah, size öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara/282)
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ*
"Vellezine cahedu fina le nehdiyennehüm sübülena ve innellahe le meal muhsinin. Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebut/69)
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا*
"Fe veceda abdem min ibadina ateynahü rahmetem min indina ateynahü rahmetem min indina ve allemnahü mil ledünna ilma.  Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” (Kehf/65)

İnsanla Allah arasındaki en güçlü bağ, sevgi ve rıza bağıdır. Allah, kendisinin onları seveceği ve onların da kendisini seveceği milletler ister (Kur'ân-ı Kerim Maide/54).
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ*
" Ya eyyühellezine amenu mey yertedde minküm an dinihi fe sevfe ye'tillahü bi kavmiy yühibbühüm ve yühibbunehu ezilletin alel mü'minine e izzetin alel kafirine yücahidune fi sebilillahi ve la yehafune levmete laim zalike fadlüllahi yü7tihi mey yeşa' vallahü vasiun alim.Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide/54).

Bütün işlerin başında da, sonunda da Allah yetkili ve vekildir. Evrendeki her şeyi yaratan odur ve her şey, onun kendisine verdiği görevleri yapmaktadır. Bizleri de, yapmakta olduğumuz şeyleri de yaratan Allah'tır (Saffat/96). O dilemeyince biz dileyemeyiz bile (Tekvir/29).
وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ*
Vallahü halekkkaküm ve ma ta'melun. “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır. ” (Saffat/96)
وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
Ve ma teşaune illa en yeşaallahu rabbul'alemiyne. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir/29).


Evrendeki bütün sevgilerin temelinde de Allah sevgisi vardır. Allah'ı seven, onun kullarını, yarattıklarını ve yaptıklarını sever. Sevgi lezzetinden bütün varlıkların faydalanmasını ister. İnsanı da, yeryüzünde Allah'ın halifesi ve "bütün varlıkları temsil eden en yüce varlık" seviyesine çıkartacak olan, bu davranış olacaktır. 
Nefsin isteklerine aşırı derecede uyarak hep dünya nimetleriyle uğraşmak, bizi, hayatın gerçek anlamından uzaklaştırır. Dünya sevgisi, gerçek sevgiye geçişi önler. Kur'ân'da, çeşitli dünya nimetlerine sahip olma yerilmemiş, bunların sevgisinin Allah sevgisi üzerine çıkması yerilmiştir (Kur'ân-ı Kerim Tevbe/24).
قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ*
Kul in kane abaüküm ve ebnaüküm ve ihvanüküm ve ezvacüküm ve aşiratüküm ve emvalü nikteraftümuha ve ticaratün tahşevne kesadeha ve mesakinü terdavneha ehabbe ileyküm minallahi ve rasulihi ve cihadin fi sebilihi fe terabbesu hatta ye'tiyallahü bi emrih vallahü la yehdil kavmel fasikiyn.  De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe/24).

Sevginin bir ucu Allah, bir ucu insandır. Bu sevgi, henüz Allah'ın perdeli haline sevgi, tecellilerine sevgidir. Aslında bütün evren, ondan gelen ve ona duyulan sevgi ile, aşk ile sürüp gitmektedir. Bu sevgi düzeni, insanın bu dünyaya gelmesinden sonra ortaya çıkmış bir şey değildir. Sevgi, Allah'a bağlı olarak ezelî ve ebedîdir. Sevginin hastalıklı durumları olan nefret, kin, haset, kıskançlık v.s. ya sevgiyi engellerler ya da negatif ürünler çıkmasına neden olurlar. Sevginin bu marazî durumları, özellikle sevgi ters yönlendirildiğinde, dünya nimetleri üzerinde yoğunlaştırıldığında ortaya çıkmaktadır. Eğer sevginin temeline Allah, peygamber, gerçeklik ve doğruluk sevgisi konursa, bu ana sevgi diğer "nefis hastalıklarını" engellediği gibi, sevgi gücünün her şeye doğru ve âdil bir şekilde dağılmasını sağlar.

Tasavvufta bir şeyhin, bir erin yol göstericiliğine, terbiyesine sığınmak çok önemlidir. Kişinin gönlü ne kadar coşkun, akıl ne kadar yüksek, yeteneği ne kadar çok olursa olsun, eğer uygun şekilde eğilip yönlendirilmezse, hedefsiz akan bir suya, coşkulu ama amaçsız bir harekete benzer. Tasavvuf yolunun çilesi çok sabır gerektirdiği, akıl kuvvetinin yerine çoğu kez ruh kuvveti uyarıldığı için, bu yolda iyice pişmiş bir şeyhe sığınmak gerekir.

İnsan, ana vatandan o kadar uzağa düşmüştür ki, bir yol gösterici olmadan dönüş yolunu tekrar bulabilmesine imkân yoktur.

Bu yol din ve şerîat yoludur ki, bu dünyadaki ferdî ve toplumsal davranışları en güzel, en iyi, en doğru (âdil) bir şekilde düzenleyerek öte dünyada da mutlu bir hayat yaşamaya yöneliktir. Bu yol tasavvuf yoludur ki, Kur'ân'ın derinliklerindeki anlamlara, varlık ve olayların iç yüzlerine, insan ruhunun tâ özündeki Allah'ın "emri"ne yönelmiştir. İnsanın bu yolda seyretmesi çok daha zordur; yol uzundur, bazen dayanılmayacak kadar aydınlıklar, bazen her tarafı kapsayan deliksiz karanlıklar, bazen sonsuzluğa kadar uzanan dümdüz yollar, bazen içine düşülen kısır döngüler, girdaplar, bazen birdenbire yıldızların ötesine kadar yükselmeler, bazen sonu gözükmeyen uçurumlara dayanılmaz bir hızla düşüşler... Rehbersiz bir kişi, bu yolun daha başından döner; eğer ısrar ederse, fazla bir mesafe alamadan akıl ve ruh dengesini kaybeder. Bu yol, ilkönce insanın kendi kendisiyle hesaplaşması yoludur; günahlarının farkına varma, bunları sayıp dökme, tevbe ederek temizlenme yoludur.

Bu yola girecek kişinin bilinci de, bilinçaltı da tertemiz ve aydınlık olmalıdır. Başkalarının hatalarını görmeden kendi hatalarımızı görmek, bundan dolayı önce kendimizle hesaplaşmak gerekir. İnsanlar çılgınca yaşama sarhoşluğundan kurtulup nefislerini, hareket ve hallerini bir kere mülâhaza etmelidirler. Hattâ bir kere değil, Hz. Muhammed gibi, günde yetmiş kez tövbe etmeli, kalbinin üzerine konan manevî kirleri günde yetmiş kere temizlemelidir.

Allah'ın tecellisindendir ve onun oluşu yürütmesi için gereklidir.
İnsanın kendi nefsinde olup bitenleri bilmesi ve bunları Allah'ın ilâhî kânûnlarına göre değerlendirmesi, kendi kendisiyle mücâdele ederek, kendini terbiye ederek özüne ulaşması mürşitsiz olacak bir iş değildir. Bu yolda erenlerin himmeti, nazarı, terbiyesi çok önemlidir.

Erenlerin sohbetinde ve gözetimi altında, Allah'ın hidayeti ile yapılacak bir eğitim, insanı muhakkak ki gönlündeki doğruluk ve aşk kaynağına ulaştıracaktır.
evrendeki herşey, Allah'ın bilgisi, plânı ve iradesi dahilinde olmaktadır. Evrene bakarken bu bilinçle bakmak gerekir. Olayların ve varlıkların gerisindeki gücü iyi tanımak gerekir. Ayağınıza bir taş değdiği zaman veya birisi bir taş vurduğu zaman taşa kızıp onu dövmenin, parçalamanın bir mantığı olur mu?

Öyleyse her şeyin Hakk'tan geldiğini bilerek olaylara, yaratıklara belli bir hoşgörü ile bakmalıdır. Allah her şeyi yapandır ama, gerek yaptıklarını gerekse insanların gözünü perdelemiştir. Görebilenler için Allah’ın gerçeği apaçık ortadadır, göremeyenler için ise asla farkedilmeyecek kadar perdeler altındadır. Âşık, bu perdeleri kaldırmıştır ve her şeyi apaçık görmekte, gördüklerinin ise çok azını söylemektedir.
İnsanı olgunlaştıracak, hidayete erdirecek olan sadece okumak veya sohbetlere katılmak değildir; doğru davranış ve hareketler göstermektir. İnsan için hedef ve son değerlendirme budur; yoksa okuma ve dinleme bu yolda sadece bir araçtır.

 


Bunlar kendileri için bir dünya kuruyor ve yapı taşı olarak siz gençleri kullanıyorlar. Bunun için iki şeye ihtiyaç duyuyorlar; biri onların istediği kıvama gelmeniz, yani iyi yetişmeniz. Çünkü yeni yapı taşları bulabilmek için bunu dışa karşı propaganda malzemesi olarak kullanıyorlar. İkincisi de kayıtsız şartsız onlara teslim olmanızdır. Bu sayede onlar sizi istedikleri yerde istedikleri gibi çalıştıracaklardır.

Sizin onlara kayıtsız şartsız teslim olmanızı sağlamanın en kestirme yolu inançlarınızı istismardır. Bunun yolu hurafelerdir. Güzelim üzümlerin o lezzetli suları, ekşitilip şarap yapılınca insanı nasıl sarhoş ediyorsa İslam dininin o güzelim kural ve kavramları da tahrif edilince yani farklı alanlara çekilince sizi sarhoş etmekte ve şuursuz hale getirmektedir.

O cemaat, insanların Kur’an’ı okuyup anlamalarını asla istemez. Bunu siz yaşayarak görüyor olmalısınız. Okunan ya ... ...’nin ya da ... ...’in kitaplarıdır. Dini ana kaynaklar yerine kaynak niteliği olmayan kitaplardan öğrenince sizi din adına istedikleri tarafa çekmeleri çok kolay olmaktadır. Bu cemaatin bu konuda en çok istismar ettikleri kişi Peygamberimizdir. O Allah’ın Elçisi’dir. Gelmiş, dini tebliğ etmiş ve örnek uygulamalarıyla bize rehber olmuş ve bu dünyadan ayrılmıştır. Şimdi bunlar, dine yapacakları iftiraları, peygamberimizi rüyalarında gördüklerini söyleyerek onun ağzından yapmaktadırlar. Bu konuda İsa aleyhisselamı istismar eden Hıristiyanlar gibidirler. Hıristiyanlar İsa aleyhisselamın kilisede bulunduğunu söyler ve kilisenin onu temsil ettiğini insanlara anlatırlar. Bunlar da kendi cemaatlerini bir çeşit kilise gibi saydıklarından Peygamberimizin orada bulunduğunu zihinlerinize kazmaya çalışıyorlar. Böylece siz, onarlı gözünüzde büyütecek, kutsayacak ve onlara kutsal bir bağlılık içinde olacaksınız. Hıristiyanlar da böyle dindarlık numaralarıyla kandırılmaktadırlar. Bunlara karşı koymanın tek yolu dini Kur’an’dan ve peygamberimizin uygulamalarından öğrenmenizdir. Bunun için bu şekilde davrandığına inandığın kişilerle birlikte olmaya çalış. Allah yardımcın olsun.


Bazı topluluklarda ve cemaatlerde göze çarpan bir takım inanışlar ve anlayışlar var. Mesela, benim şeyhim Peygamber Efendimizden tayin edilmiştir, deniliyor... Şeyhin veya liderin resmine rabıta kurma gibi uygulamalar görülüyor... Şeyh efendi tartışılmaz, şeyh efendi hata yapmaz, diyenler bulunuyor... “Sadece Allah’tan dilekte bulunmak ve yardım istemek” gerekirken yatırlarda ve türbelerde medfun kişilerden dilek dilemekten tutun da, şeyhlerden kurtuluş ve yardım istemeye kadar davranışlar müşahede ediliyor. Örnekleri daha da çoğaltabiliriz... Böylesi anlayışları ve inanışları genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce bu görüşler neden ileri geliyor ve nereden kaynaklanıyor?
Ölülerden dilek dilemek ancak müşriklerin yapabileceği bir iştir. Bizim ölülere bir hayrımız dokunabilir ama onların bizim için yapabilecekleri bir şey yoktur.

Şeyhlerin manevi yardımı, bize öğretmenlik yaparak öğretecekleri doğru bilgiler ve verebilecekleri nasihatler dışında olmaz. Darda kalmış kişiler, “ Ya falan !” “ Ya filan !” diye bazı şeyhleri, bazı din büyüklerini yardıma çağırıyorlar ki bu da Kur'an-ı kerimin çok sayıda ayetine açıkça aykırıdır:
أَمَّن يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ وَيَجْعَلُكُمْ خُلَفَاء الْأَرْضِ أَإِلَهٌ مَّعَ اللَّهِ قَلِيلًا مَّا تَذَكَّرُونَ*
"Emmey yücibül mudtarra iza deahü ve yekşifüs sue ve yec'alüküm hulefael ard e ilahüm meallah kalilem ma tezekkerun.Darda kalmış kişi çağırdığı zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz." (Neml 27/62)

Allah'ın her şeye gücü yeter, ama biz aciziz. Dolayısıyla bütün isteklerimizi Allah'tan istememiz gerekir. Çünkü Allah'ın onaylamadığı bir istek, bir başkası tarafından da yerine getirilemez. Zaten Allah'tan başka tanrı edinme, bazı konularda manevi yardım görme ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim böyle davranışları şirk sayar. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ*
لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُندٌ مُّحْضَرُونَ*
"Vettehazu min dunillahi alihetel leallehüm yünsarun* La yestetiy'une nasrahüm vehüm lehüm cündüm muhdarun. Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysaki kendileri onlar için hazır askerdirler." (Yasin 36/74-75)

Bir kimsenin Peygamber Efendimiz tarafından tayin edilmesi söz konusu olamaz. İlk halifeyi dahi tayin etmemiş olan Hz. Peygamber tutup da herhangi bir kimseyi şeyh olarak tayin etmez. Hz. Peygamber bu dünyadan ayrılmış, bize Kur’an-ı Kerim’i ve kendi sünnetini bırakmıştır. Bunlara uyanlar hak yolda, uymayanlar da sapıklıktadır.
Şeyhin resmine rabıta kurmak gibi uygulamalar Şeriatın en ağır yasağı kapsamına girer. Putperestlik böyle başlamıştır. Çünkü rabıtayı bir gönül bağı, bir sevgi bağı
şeklinde değil, şu şekilde tarif etmektedirler. "Rabıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin ruhâniyetiyle beraber, suretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir." Allah ile kulun arasında şeyhin ruhaniyeti ne arıyor? Neden şeyh, müritlerinin Allah’ın ayetlerini düşünmelerini değil de kendini düşünmelerini istiyor. Yoksa Allah’ın dinini alet edinerek insanları kendine mi davet ediyor?

“Şeyh efendi tartışılmaz, şeyh efendi hata yapmaz” deniyor. Hz. Peygamber’in dahi hata yaptığı Kur’an ayetleriyle sabitken, şeyhin hata yapmayacağını söylemenin Kur’an’a açıkça aykırı olacağı şüphesizdir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin bizim gibi bir insan olduğunu açıkça vurgulamıştır:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا*
Kul innema ene beşerum mislüküm yuha ileyye ennema ilahüküm ilahüv vahid fe men kane yercu likae rabbihi felya'mel amelen salihav ve la yüşrik bi ibadeti rabbihi ehada. De ki, «Ben başka değil, sizin gibi bir beşerim. Sizin ilahınızın yalnızca bir tek ilah olduğu bana vahy edilmektedir»” (Kehf 18/110)
“Peygamberleri onlara demiştir ki;
قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِن نَّحْنُ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ يَمُنُّ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَن نَّأْتِيَكُم بِسُلْطَانٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَعلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ*
 «Kalet lehüm rusülühüm in nahnü illa beşerum mislüküm ve lakinnellahe yemünnü ala mey yeşaü min ibadih ve ma kane lena en ne'tiyeküm bi sültanin illa bi iznillah ve alellahi fel yetevekkelil mü'minun. Biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz ki.” (İbrahim, 14/11)
Muhakkiklerin indinde zikir üç kısma ayrılır:
Birincisi, lisan ile yapılan zikir.
İkincisi, kalbî zikir.
Üçüncüsü ise, zikr-i hakikîdir.
Kalbî zikir demek zikredilenin vecdiyle kalbin huzuruna ermesidir. Allah'ı zikrederek kalbe davet etmek ve kalbini Al­lah'a mekan olarak tahsis etmek, kalbi mâsivâullahtan temizlemektir İnsan Allah'ı zikrederken , kendi nefsini dahi unutacak dereceye gelmelidir. Allah'ın zikrinde kendini kaybetmelidir. Böylece zikir ve zikredilen birleşir, bir haline gelir. Zikirde tevhid budur. Zikirde tevhide ulaşırlar. Hakikî mertebeye ulaşmış olurlar.
Zikr-i hakikî, Hakk Tealinin seni ezelde zikretmesini müşahede etmendir. Ve kendi zikrinin şühûdundan halas olmaktır. Ibn-i Atâ bir hadis-i kudsîyi rivayet ederek şöyle dedi: Allah u Teala Dâvud(as)'a vahyederek şöyle buyurdu: "Ey Davud, benim kendilerini zikretmemden dolayı ferahlasınlar ve bu nimetin kıymetini bilsinler." Yani benim kendilerini ezelde zikretmem münasebetiyle ne büyük bir lütufla karşı karşıya bulunduklarını idrâk etsinler. Zira onlar yani insanlar ortada yok iken ben onları yoktan var eyledim. Şayet bu nimetin farkına varmazlarsa varacakları yer belâ ve âfetlerdir. Bu hadisin mânâsı buna delalet eder.( HZ.MEVLANA Merâtib-i sülük)

Her insan, gördüğü ve duyduğu şeylere baka­rak Allah’ın varlığına ve birliğine inanır. Sanki gözüyle görmüş ve ona eliyle dokunmuş gibi buna tanıklık eder. Yoksa hiç kimse “Eşhedu en lâ ilâhe illallah”  yani “Ben tanıklık ederim ki, Al­lah’tan başka ilah yoktur.” diyemez. Bu sebeple Kur’an’da adı geçen peygamberler, Allah’ın varlı­ğını ispatla meşgul olmamışlardır. Eğer öyle ol­saydı, “Ben tanıklık ederim ki,... “ yerine “ Şu Peygamberin bildirdiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur.” demek gerekirdi. Kalp ve akıl insanın önemli karar organlarıdır. Akıl, bir şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verir, kalp ise onu tasdik veya reddeder. Aklın doğru kabul ettiğini kalp kabul etmeyebilir. Çünkü kalpte duygular ve beklentiler ağır basar.
Zikir, kişinin edindiği bilgiyi, her an kullanacak şekilde zihninde hazır tutmasıdır. Bu bilgiyi kalbe veya dile getirmeye de zikir denir. Zikir, bazen hatırlama anlamına gelir. Bu, unutulan bir bilginin bulunarak kullanıma hazır hale getirilmesidir.
Zikir, Allah’ın peygamberlere verdiği kitapların ortak adıdır. Çünkü onlardaki bilgiler her an kul­lanılacak şekilde zihinde hazır tutulması gereken bilgilerdir. Onlar zaman zaman dile ve kalbe geti­rilir. Allah’ı zikretmek, Allah ile ilgili doğru bilgileri kafaya yerleştirip dile ve kalbe getirmektir.  (PROF. ABDULAZİZ BAYINDIR -DUADA EVLİYAYI ARACI KOYMAK)

İlim ile ilgili Ayeti Kerimeler
الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ*
عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ*
Elleziy 'alleme bilkalem *Allemel'insane ma lem ya'lem. (4-5) O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak-4)
شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُوا الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ*
Şehidellahü ennehu la ilahe illa hüve vel melaiketü ve ülül ilmi kaimem bil kist, la ilahe illa hüvel azizül hakim. Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler. O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir..” (Al-i İmran-18)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انشُزُوا فَانشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ*
Ya eyyuhelleziyne amenu iza kiyle lekum tefessehu fiylmecalisi fefsehu yefsehillahu lekum ve iza kiylenşuzu fenşuzu yerfe'illahulleziyne amenu minkum velleziyne utul'ilme derecatin vallahu bima ta'melune habiyrun. Ey iman edenler! Size, “Meclislerde yer açın” denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size, “Kalkın”, denildiği zaman da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücadele-11)
أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ*
Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab. (Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar. “ (Zümer-9)
وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ*
Ve ma yesteil a'ma vel besiyr. Kör ile gören bir olmaz.. .” (Fatır-19)
وَمَا يَسْتَوِي الْأَحْيَاء وَلَا الْأَمْوَاتُ إِنَّ اللَّهَ يُسْمِعُ مَن يَشَاء وَمَا أَنتَ بِمُسْمِعٍ مَّن فِي الْقُبُورِ*
Ve ma yestevil ahyaü ve lel emvat innellahe yüsmiu mey yeşa' ve ma ente bi müsmiim men fil kubur. Diriler ile ölüler de bir olmaz. Allah, dilediğine işittirir. Sen, kabirde bulunanlara işittirecek değilsin..” (Fatır-22)
وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ*
Ve minen nasi ved devabbi vel en'ami muhtelifün elvanühu kezalik innema yahşellahe min ibadihil ulema' innellahe azizün ğafur. İnsanlardan, (yeryüzünde) hareket eden (diğer) canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”  (Fatır-28)
وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلاً قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ*
Ve yekulüllezine keferu leste mürsela kul kefa billahi şehidem beyni ve beyneküm ve men indehu ilmül kitab.  İnkâr edenler, “Sen peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitap (Kur’an) bilgisi bulunanlar yeter.”  (Ra’d-43)
قَالَ الَّذِي عِندَهُ عِلْمٌ مِّنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَن يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآهُ مُسْتَقِرًّا عِندَهُ قَالَ هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَن شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ*
Kalellezi indehu ilmüm minel kitabi ene atike bihi kable ey yertedde ileyke tarfük felmma raahü müstekirran indehu kale haza min fadli rabbi li yeblüveni e eşküru em ekfür ve men şekera fe innema yeşküru li nefsih ve men kefera fe inne rabbi ğaniyyün kerim. Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”  (Neml-40)
وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَيْلَكُمْ ثَوَابُ اللَّهِ خَيْرٌ لِّمَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا وَلَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الصَّابِرُونَ*
Ve kalellezine utül ilme veyleküm sevabüllahi hayrul li men amene ve amile saliha ve la yülekkaha illes sabirun. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, “Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur” dediler.” .(Kasas-80)
بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الظَّالِمُونَ*
Bel hüve ayatüm beyyinatün fi sudurillezine utül ilm ve ma yechadü bi ayatina illaz zalimun. Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder..”  (Ankebut-49)
وَإِذَا جَاءهُمْ أَمْرٌ مِّنَ الأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلاَّ قَلِيلاً*
Ve iza caehüm emrum minel emni evil havfi ezau bih ve lev radduhü iler rasuli ve ila ülil emri minhüm lealimehüllezine yesmebitunehu minhüm ve lev la fadlüllahi aleyküm ve rahmetühu letteba'tümüş şeytane illa kalila. Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.”  (Nisa-83)
وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّت طَّآئِفَةٌ مُّنْهُمْ أَن يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلاُّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِن شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا*
Ve lev la fadlüllahi aleyke ve rahmetühu lehemmet taifetüm minhüm ey yüdilluk ve ma yüdillune illa enfüsehüm ve ma yedurruneke min şey' ve enzellellahü aleykel kitabe vel hikmete ve allemeke ma lem tekün ta'lemv ve kane fadlüllahi aleyke aziyma. (Ey Muhammed!) Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.”  (Nisa-113)
إِذْ قَالَ اللّهُ يَا عِيسى ابْنَ مَرْيَمَ اذْكُرْ نِعْمَتِي عَلَيْكَ وَعَلَى وَالِدَتِكَ إِذْ أَيَّدتُّكَ بِرُوحِ الْقُدُسِ تُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَإِذْ عَلَّمْتُكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَإِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ بِإِذْنِي فَتَنفُخُ فِيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِي وَتُبْرِئُ الأَكْمَهَ وَالأَبْرَصَ بِإِذْنِي وَإِذْ تُخْرِجُ الْمَوتَى بِإِذْنِي وَإِذْ كَفَفْتُ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَنكَ إِذْ جِئْتَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ إِنْ هَـذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ*
İz kalellahü ya iysebne meryemezkür ni'meti aleyke ve ala validetik iza eyyedtüke bi ruhil kudüsi tükellimün nase fil mehdi ve kehla ve iz alemtükel kitabe vel hikmete vet tevrate vel incil ve iz tahlüku minet tiyni ke hey'etit tayri bi izni fe tenfühu fiha fe tekunü tayram bi izni ve tübriül ekmehe vel ebrasa bi izni ve iz huricül mevta bi izni ve iz kefeftü beni israile anke iz ci'tehüm bil beyyinati fe kalellezine keferu minhüm in haza illa sihrum mübin. O gün Allah, şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün. Hani, seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun. Hani, sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i de öğretmiştim. Hani iznimle çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapıyordun da içine üflüyordun, benim iznimle hemen bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Hani benim iznimle ölüleri de (hayata) çıkarıyordun. Hani sen, İsrail oğullarına açık mucizeler getirdiğin zaman, ben seni onlardan kurtarmıştım da onlardan inkâr edenler, “Bu, ancak açık bir büyüdür” demişlerdi. (Maide-110)
فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِم بِعِلْمٍ وَمَا كُنَّا غَآئِبِينَ*
Fe le nekussanne aleyhim bi ilmiv ve ma künna ğaibin. Andolsun, onlara (yaptıklarını) tam bir bilgi ile anlatacağız. Çünkü biz onlardan uzak değiliz”  (Araf-7)
وَمَا لَكُمْ أَلاَّ تَأْكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيراً لَّيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِم بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ*
Ve maleküm ella te'külu mimma zükirasmüllahi aleyhi ve akd fassale leküm ma harrame aleyküm illa madturirtüm ileyh ve inne kesiral le yüdillune bi ehvaihim bi ğayri ilm inne rabbeke hüve a'lemü bil mu'tedin. Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin sebebi nedir. Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir..”  (Enam-119)
يَا بَنِي آدَمَ قَدْ أَنزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْءَاتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوَىَ ذَلِكَ خَيْرٌ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ*
Ya beni ademe kad enzelna aleyküm libasey yüvari sev'atiküm ve rişev ve libasüt takva zalike hayr zalike min ayatillahi leallehüm yezzekkerun. Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya, işte o daha hayırlıdır. Bu (giysiler), Allah’ın rahmetinin alametlerindendir. Belki öğüt alırlar (diye onları insanlara verdik).”  (Araf-26)
وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ*
Ve le kad ci'nahüm bi kitabin fassalnahü ala ilmin hüdev ve rahmetel li kavmiy yü'minun. Andolsun biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”  (Araf-52)
الرَّحْمَنُ*
عَلَّمَ الْقُرْآنَ*
خَلَقَ الْإِنسَانَ*
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ*
Er rahman *Alleme lkur'ane. *Halekal insane. Allemehul beyan. (1-4) Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.”  (Rahman-1,4)
رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ*
 Rabbena veb'as fihim rasulem minhüm yetlu aleyhim ayatike ve yüallimühümül kitabe vel hikmete ve yüzekkihim, inneke entel azizül hakim. Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.”  (Bakara -129)
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ*
Kema erselna fiküm rasulem minküm yetlu aleyküm ayatina ve yüzekkiküm ve yüallimükümül kitabv vel hikmete ve yüallimüküm ma lem tekunu ta'lemun. Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik..” (Bakara -151)
يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيراً وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُوا الأَلْبَابِ*
Yü'til hikmete mey yeşa', ve mey yü'tel hikmete fe kad utiye hayran kesira, ve ma yezzekkeru illa ülül elbab. Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar..”  (Bakara -269)
وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ*
Ve ma erselna kableke illa ricalen nuhiy ileyhim fes'elu ehlez zikri in küntüm la ta'lemun. Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.”   (Enbiya -7)
وَاذْكُرْنَ مَا يُتْلَى فِي بُيُوتِكُنَّ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ وَالْحِكْمَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ لَطِيفًا خَبِيرًا*
Vezkürne ma yütla fi büyutikünne min ayatillahi vel hikmeh innellahe kane latiyfen habira. Siz evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah en gizli şeyi bilendir, hakkıyla haberdardır.”   (Ahzab-34)
أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاء اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ*
Emmen hüve kanitün anael leyli sacidev ve kaimey yahzerul ahirate ve yercu rahmete rabbih kul hel yestevillezine ya'lemune vellezine la ya'lemun innema yetezekkeru ülül elbab. Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”  (Zümer -9)
قُلْ يَا عِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُم بِغَيْرِ حِسَابٍ*
 “Kul ya ibadillezine amenütteku rabbeküm lillezine ahsenu fi hazihid dünya haseneh ve erdullahi vasiah innema yüveffes sabirune ecrahüm bi ğayri hisab. (Ey Muhammed!) Bizim adımıza de ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için (ahirette) bir iyilik vardır. Allah’ın yeryüzü geniştir. Sabredenlere mükâfatları elbette hesapsız olarak verilir.”  (Zümer -10)

Hadis : “Allahü Teala kime iyilik dilerse,onu din alimi yapar, ve dinine zarar verecek şeyleri ona bildirir, doğruyu gösterir ”(Buhari,Müslim,Muaviye (Bknz:Tecrid-i Sarik Tercümesi Cilt:1 Sahife:77) (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)

Hadis. “Alimler Peygamberlerin varisleridir”(Ebu Davut, Tirmizi, İbn Mace, İbn Hibban, Ebu’d Derda’dan sahih senetle rivayettir) (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)

Hadis “Faydasız ilimden Allah’a sığınırız.” (İbn Mace ve Cabir (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)

Hadis “İlim öğrenmek her müslümana farzdır.” (İbn Mace,Enes, İmam Ahmed  ve İmam Beyhaki (İmam-I Gazali-İhyau Ulumi'd Din 1. Cilt= İlim)
Hadis  “Kime Allah ve Rasülü’nden (s.a.v) bir fazilet ulaşırda onunla amel ederse, söylenildiği gibi olmasa bile Allah ona o amelin sevabını verir.”( Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, l49. Değişik bir rivayet Bkz: Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 236 (h no: 2420).
 “Kim benden (nakille) hak bir şey rivayet ederse, ben onu söylememiş olsam bile söylemiş sayılırım. Kim de (benden) batıl bir şey rivayet ederse, (onu reddedin, çünkü) ben batıl söylemem.” Benzeri bir hadis için Bkz: Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, l50.

Hadis  Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir.(Hadîs-i şerîf-Buhârî)

Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır.
(Hadîs-i şerîf-Dürr-ül-Muhtâr)

İlim, Çin'de de olsa onu alınız. Zîrâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana
farzdır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)

İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ bilmediklerini öğretir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim maldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, ilim ise seni korur. Mal sarf etmekle azalır, ilim sarf etmekle çoğalır. (Hazret-i Ali)

Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara hükmederler. Âlimler ise,
sultanlara hükmeder. (Ebü'l-Esved)

Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey
bulamadım. (Lokman Hakîm)

İlimden başka her şey insanı usandırır.(M. Sıddîk bin Saîd)

Hadîs-i Kudsî:
Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
“Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de
azâbımdan emin olur, kurtulur.” (Seâdet-i Ebediyye)

VEDA HUTBESİ “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvâsı çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.”

Mucize ile ilgili
Mu’cize; Peygamberliğini bildiren bir Peygamberden, hiç kimsenin i’tirâz edemediği, âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen âdet dışı hâdiselerdir. Evliyânın kerâmetleri ve kâfirlerin istidrâcları, mu’cize ta’rifinin dışındadır. Zîrâ; Evliyâ; Nübüvvet da’vâsında bulunmaz. Dalâlet ehlinden, her ne kadar nübüvvet da’vâsında bulunanlar düşünülebilse de, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyledir ki, onlar hârikul’âde işler yapmak istedikleri sırada, bu şeyler onlardan meydâna gelmez. Gelse bile bunlara karşı çıkan ve iddiâlarının aksini söyliyen bulunur. Bu da onların da’vâlarının aslsız olduğunu gösterir.(MAHMUD BİN OSMAN LAMİ ÇELEBİ- ŞEFAHİD-ÜN NÜBÜVVE PEYGAMBERLİK MÜJDELERİ)

Laiklik-teokrasi
Devlet bir kurumdur. Kurumların dini olmaz, insan­ların dini olur. Devlet namaz kılmaz, oruç tutmaz ve ahi­retle ilgili bir endişe taşımaz. Devlet gibi diğer kurum ve kuruluşların da dini olmaz.
Devleti veya bir kurumu idare eden­ler, kendi inançla­rını idarelerine yansıtır­lar. Bu tabii bir durumdur. Müslümanların hakim ol­duğu devlete is­lam devleti, hı­rıstiyanların ha­kim olduğu devlete de hırıstiyan devleti denmesi bundandır.

Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç dünya­sında­dır. İnsan bu­rada alabildiğine hür­dür. Hiçbir inanç, insana zorla kabul et­tiri­lemez. En baskıcı rejim­ler dahi bunu başaramazlar. Allah Teâlâ şöyle bu­yu­rur:
لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىَ لاَ انفِصَامَ لَهَا وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ*
La ikrahe fid dini kad tebeyyener ruşdü minel ğayy, fe mey yekfür bit tağuti ve yü'mim billahi fe kadistemseke bil urvetil vüska lenfisame leha, vallahü semiun alim. Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/256)

Bu sebeple müslüman­lar kimseyi müslüman olmaya veya müslüman gibi dav­ranmaya zorlayamazlar; tam tersine her kese inandığı gibi yaşama imkânı verir­ler. Bu böyle olduğu için müslüman­ların devleti, din devleti yani teokratik devlet ola­maz. Onlar, insan­ları Allah adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­ten sevap kazanır. Kötü yö­neten ise onun sorumlulu­ğunu üstlenir. Türkiye'de din deyince İslam an­laşılır. Bu di­nin bir peygamberi, bir de Kitabı vardır. Müslüman olmak isteyen, o peygambe­rin gösterdiği ve bu Kitab'ın bildirdiği gibi inanır ve yaşar. Yani Kur'an'a uyar.

Din devleti demek doğru olmadığı gibi dinsiz devlet demek de doğru de­ğildir. Dindarlık veya dinsizlik sadece insan­la ilgili bir kavramdır. Bu sebeple hiç kimse, din konusunda devlete ait bir kurum veya kuruluş adına ko­nu­şa­maz. Çünkü bu kurum ve kuruluşar, aynı inanca mensup kişilerin oluş­tur­duğu bir dinî cemaat değildir. Dinî bir konuda bun­lar adına konuşan kişi, kendi inan­cını o ku­rum veya kuruluşlara mensup kişi­lerin inancı gibi göstermiş olur ki, buna kim­senin hakkı yoktur.

Devletin vatandaşı ile iliş­kisi dinî veya ideolojik bo­yutta değil, adalet bo­yu­tunda olmalıdır. Devletin te­mel gö­revi, adaleti, iç ve dış güvenliği sağla­mak, vatan­daşların temel hak ve hürri­yetle­rine engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır. Devlet baskısı ile inanmış gözüken­ler vücuda alınmış mikrop gibi olur, güçlü hale gelince hastalık yaparlar.

Devlet güneş gibi olmalı­dır. Güneş nasıl müslüman, hırısti­yan, yahudi, zen­gin, fa­kir ve ırk ayırımı yapmadan her­kese aynı mesafede ise devlet de va­tandaş­larına karşı hep aynı mesafede durmalıdır.

Laiklik Fransa'da doğmuş­tur. Fransızca'da dinî kuruluş­ların hakimi­ye­tinden bağım­sız olan ku­ruma Laik (laic veya laique) de­nir (Büyük Larousse Ansiklopedisi, Laik maddesi). Bu ül­kede dinî kuru­luş de­yince Katolik kilisesi anlaşılır. Lâiklik mü­cadelesi hırıstiyan­lığa karşı değil, kili­seye karşı verilmiştir.

Türkiye'deki resmi belge­lerde de lâiklik dine karşı değildir. Anayasa'nın 2. mad­desi şöyledir:
"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun hu­zuru, milli daya­nışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına say­gılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, de­mokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. "

Anayasa'nın 26. maddesi de dü­şün­ceyi açıklama ve yayma hürriyeti ver­miştir. Maddenin giriş cümlesi şöy­ledir:
"Herkes düşünce ve ka­naatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek ba­şına veya toplu olarak açık­lama ve yayma hakkına sa­hiptir..."

Anayasa'nın böyle olması tabiidir. Zaten İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 16. maddesi şöyledir:
"Hakları güvence altına alınmamış, kuvvetlerin ayrı­lığı belirlenmemiş toplum­la­rın anayasaları yok demek­tir."

Anayasa'nın Başlangıç'ında da; ".. lâiklik ilkesinin ge­reği kutsal din duygula­rının, Devlet işle­rine ve politikaya kesin­likle karış­tırılma­yacağı.." ifade edil­miştir. Demek ki va­tandaşa hizmet götü­rülürken dinî inançlarına göre ayı­rım yapı­lamaz­.

Bütün bu durumlara göre la­iklik, dine karşı değil devle­tin dinî kurumların ha­ki­miye­tine girmesine karşıdır.

Bu, İslam'da zaten vardır. Bu konuda sabıkası olma­yan bir dinin men­subuyuz. Dinimiz insanlarla ilişkilerde onların dinle­rinden kay­nakla­nan bir ayırıma izin vermez. 

Bütün bu durumlara göre la­iklik, dine karşı değil devle­tin dinî kurumların ha­ki­miye­tine girmesine karşıdır.

İslam'da devleti hakimiyeti altına alacak bir dinî kurum yoktur. Fransa'da kiliseye karşı yürütülen laiklik müca­delesi bir kaç asır sürmüş ve çok kanlı olaylar meydana gelmiştir ama Türkiye Cumhuriyeti lâikliği kabul eder­ken hiçbir dinî kuruluşun tepkisini almamıştır. Çünkü İslamda hem devleti hakimi­yeti altına alacak bir dinî ku­rum yoktur hem de lâiklik için yapılan yukarıdaki tamınların İslam'a aykırı bir yanı yoktur. Ayrıca İslam'da ruhban sı­nıfı da bulunmaz. Hiç kimse bu dini, insanlar üzerinde nüfuz sağlamanın aracı olarak kullanamaz. Camiler de ki­lise teşkilatı gibi değildir

İslam, inançlara baskı yapılmasını kabul etmez. Bir kimsenin müslüman ol­ması tamamen kendi kara­rına bağ­lıdır. Bunun için bir dinî kuruluşun onayı aranmaz. Vaftize benzer bir törenin ya­pılması da sözkonusu değildir. Çünkü İslamda ne din adamı, ne de bir başka kişi Allah adına hareket edebilir. Allah müslüman ol­mayı öyle bir kaideye bağ­lamıştır ki, buna kimse karı­şamaz. Çünkü dinin özü imandır. İmanın temeli de onu içten kabul etmek, yani kalp ile tasdiktir. Kalpteki tasdiki bir o kişi, bir de Allah bilir. Orası in­sanın en hür ol­duğu yerdir. Bu se­beple hiç kimse bir inancı kabule veya inkara zorlanamaz.

Bir müslüman, öncelikle hurafelerden uzak bir inanca sahip olmalıdır. Bunun en güvenli yolu, inancını Kur'an'dan öğren­mesidir. Kur'an, bütün insanlığı yara­tan Allah'ın kitabı olduğu için inancını Kur'an'dan öğrenen­ler bütün insanlığı ku­cakla­yan ve herkese karşı anla­yışlı davranabilen ufku açık insanlar olurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا*
Ve kulil hakku mir rabbiküm fe men şae fel yü'miv ve men şae fel yekfür inna a'tedna liz zalimine naran ehata bihim süradikuha ve iy yesteğiysu yüğasu bi mani kel mühli yeşvil vücuh bi'seş şerab ve saet mürtefeka. De ki: “Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun alevden duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. (Susuzluktan) feryat edip yardım dilediklerinde, maden eriyiği gibi, yüzleri yakıp kavuran bir su ile kendilerine yardım edilir. O ne kötü bir içecektir! Cehennem ne korkunç bir yaslanacak yerdir.” ( Kehf 18/29)
مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً*
Menihteda fe innema yehtedi li nefsih ve men dalle fe innema yedillü aleyha ve la teziru vaziratüv vizra uhra ve ma künna müazzibine hatt neb'ase rasula.Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”  (İsrâ 17/15)

Müslümanlığı doğru öğ­retmek için, Kur'an meali okullarda ders olarak oku­tulmalıdır. Bu, aynı za­manda hurafelere karşı güvenli ve etkin bir mücadele olur.

Anayasaya göre, "..devletin bir kişi veya zümre tara­fından yönetil­mesini veya sosyal bir sını­fın diğer sosyal sınıflar üze­rinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kav­ram ve görüş­lere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla.." si­yasi parti kuru­lamaz”( Anayasa'nın 14. maddesinde, Anayasanın 69. maddesinde siyasi partilerin 14. maddedeki sınırlamaların dışına çıkamayacağı yazılıdır.)

Anayasa böyledir ama ideolojilerini öne çıkaran kimi idarecilerin halkı kendileri gibi inanmaya zorlayan tavırları dil, ırk, din ve mezhep farklı­lığına dayalı partile­rin kurul­masına ortam hazırlamıştır. Bunlara karşı başka partiler de kurulunca birdenbire çok sayıda parti ortaya çık­mış ve her biri kendine taban bulabilmiştir.

Bu durum gereksiz sür­tüşmelere, va­tandaşların sınıf ve zümrelere ayrılması gibi tehlikeli sonuçlara yol aç­makta, ülkenin gücü ve imkanları bu çark içinde heba olup gitmektedir. İdarecilerin kendi ideolojlerini kabul ettirme çabaları, karşı ideolojileri devlete hakim olma mücade­le­sine sokmuş­tur. Bir çok siyasi parti, bir hizmet yarışı ortaya koyma yerine temsil ettiği ideolo­jiyi hakim kılma ve yandaş­la­rını devlet imkanlarından yarar­landırma yarışına girmiş gö­rünmektedir. Böyle bir or­tamda sonu alınmaz çatış­ma­ların ol­ması kaçınılmaz­dır.

Bu ortamı doğuran hu­kuki ve sosyal sebepler ortadan kaldırıl­mazsa sonuç alına­maz. Nitekim 12 Eylül 1980'den sonra siyasi parti sayısını azaltma gay­reti ba­şarısızlıkla sonuçlanmıştır. Artık %20 ler civarında oy alan partiler Türkiye'nin en büyük partileri olarak hü­kü­met kurmaktadırlar.

İdeolojik davranışlara son verilecek olsa partiler kendi ideolojilerini hakim kılmaktan vazgeçerek ülke kalkınması için hizmet yarışına gir­mek zorunda kalırlar.

Türkiye'de en büyük ça­tışma, İslam dinine karşı ya­şanmaktadır. Bu durumda dine dayalı parti konusu özel bir önem taşır.

İslâmî parti olmaz ama müslümanların partisi olabilir. İkisi arasında fark vardır. İslam bir dindir. Bu dinin he­defi kişilerdir. O, dünyalık elde etmenin aracı olarak kullanılamaz. Dini tebliğ ile görevli pey­gamberlerin or­tak sözü şudur:
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ*
Ve ma es'elüküm aleyhi min ecr in ecriye illa ala rabbil alemin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuarâ 26/180)

İslamı, iktidara gelmenin bir vasıtası olarak kullanmak yanlıştır. O zaman yetkili makamda bulunanlar İslama duygusal yaklaşırlar. Zira hiç kimse elindeki im­kan­ları kaybetmek istemez. Ayrıca bu davranış iktidar hırsıyla yanıp tutuşanları da harekete geçirir. Sonunda kimileri ikti­darı elden kaçır­mamak için dine karşı çı­kar­ken, kimileri de iktidara ge­lebilmek için dini kullanırlar. Her ikisi de dini, gereği gibi düşünmeye ve bir etki al­tında kalmadan o konuda  karar vermeye engel olur.

İslamın partisi olmaz ama müslüman­ların bir veya bir­den çok partisi olabilir. Bunlar programlarını ortaya koyar, gerekli bilgi birikimi ve tecrübeye sahip oldukla­rını gösterir ve iktidar mücade­lesine katı­lır­lar. İktidara gelir­lerse din adına değil, kendi adlarına yönetirler. İyi yöne­tirlerse sevabı kendilerine, kötü yönetirlerse ve­bali yine kendilerine olur. Çünkü İslamda yanlış ol­maz ama müslümanda olabilir.

Anayasanın 24. madde­sine göre  "Kimse .. her ne suretle olursa olsun,  dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kö­tüya kullanamaz."

Din istismarının adı ikiyüz­lülük ve mü­nafıklıktır. İkiyüzlü ile gerçek dindarı ayır­mak zordur. Hele insanlara dinleri konu­sunda problem çıkarı­lırsa ikiyüzlüler için bulunmaz bir fırsat doğar. Bu defa ger­çek dindarlar din istismarcılğı ile suçlanırlar. Bu da her şeyi alt üst eder. Türkiye'de yaşanan budur. Bir de her türlü dinî görün­tüye, laiklik adına karşı çı­kan, dinî eğitime darbe vurup in­sanları dinlerinden uzaklaş­tırmayı çağdaşlık sa­yanla­rın, kendilerine duyulan tepki­leri azaltmak için zaman za­man çıkıp dine saygılı olduk­larını, fakat din istismarına karşı olduklarını söylemeleri yok mu, İşte bu tavır, daha büyük tepki toplamakta ve dindarlara, alaya alındıkları duygu­sunu vermektedir.

İkiyüzlüler Hz. Peygambere de sıkıntı çek­tirmişlerdi. Kur'an'da bu ko­nuda bir çok uyarı vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِندِكَ بَيَّتَ طَآئِفَةٌ مِّنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ وَاللّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً*
Ve yekulune taatün fe iza berazu min indike beyyete taifetüm minhüm ğayrallezi tekul vallahü yektübü ma yübeyyitun fe a'rid anhüm ve tevekkel alellah ve kefa billahi vekila. Sana “baş üstüne” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin; (senin gündüz) söylediklerinin aksini kurarlar. Allah, onların geceleyin kurduklarını yazmaktadır. Sen onlara aldırma. Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.”  (Nisa 4/81)
Din evrensel ve zamanüs­tüdür. Yani dinin zamana ve mekana bağlı ol­mayan de­ğişmez kuralları vardır. Devlet politika­ları ve kanun­lar ise zamana, me­kâna ve ihtiyaçlara göre değişir. Bir devlet, eğer din ve vicdan hürriyetini tanırsa ka­nunla­rını ve politikalarını ona göre dü­zen­ler. Çünkü dine yapılacak müdahaleyi hiç bir dindar kabul edemez.
Meselâ, Nur Suresi'nin 31. ayeti, müslüman kadınların başlarını örtmele­rini emre­der.
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ*
Ve kul lil mü'minati yağdudne min ebsarihinne ve yahfazne fürucehünne ve la yübdine zinetehünne illa ma zahera minha vle yadribne bi humurihinne ala cüyubihinne ve la yübdine zinetehünne illa li büuletihinne ev abaihinne ev abai büuletihinne ev ebaihinne ev ebnai büuletihnne ev ihvanihinne ev beni ihvanihinne ev beni ehavatihinne ev nisaihinne ev ma meleket eymanühünne evit tabiiyne ğayri ülil irbeti miner ricali evit tiflillezine lem yazheru ala avratin nisai ve la yadribne bi ercülihunne li yu'leme ma yuhfine min zinetihinn ve tubu ilellahi cemian eyyühel mü'minune lealleküm tüflihun. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. Zinetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri zinetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” (Nur Suresi-31)

Bu emir, ilk günden beri tartışmasız uy­gulanmıştır. Bugün, hem Türkiye'de hem de diğer İslam ülke­le­rinde müslüman kadınlar başlarını örter­ler. Tutulur kimi yerlerde kadınla­rın baş­la­rını örtmesini yasak­lanırsa bütün müs­lümanla­rın tepkisi alınır. Kur'an var ol­dukça bu tepki sona ermez.

Bu tepki olduğu sürece onu istismar edenler de olur. Bir parti başörtüsünü savu­nur, diğeri karşı çıkar. Buna ateistle­rin ve İslama uzak kimselerin, dini vicdan­lara sıkıştırma gayretleri de ek­lenince lâik­lik dinsizlik olarak uygulama alanı bulur. Artık akıl değil, duygular öne çı­kar. Bu durumda partilere oy verenler de duygu­larıyla ha­reket ederler. Partilerin ülke kal­kınması, birlik ve beraber­lik için ne yapa­cağı onları çok ilgilendirmez. Partilerden birine oy veren için önemli olan dininin emrini yerine ge­tirme imkanını elde etmek, diğeri için önemli olan da buna mani ol­maktır. Böylece her iki parti de tepki oy­larıyla parlamentoya girer ve siya­sal dengeleri bozarlar. Dürüst politikacılar ise ya si­linip gitme pahasına dürüst­lüğe de­vam ederler, ya da menfaatlerini düşüne­rek poli­tikalarını değiştirme zorunlu­luğu hissederler.

Halbuki bizim devlet gele­neğimize uygun olarak dev­let dine karışmasa, dinî duy­guları istismar mümkün ol­maz. Böylece kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmamış oluruz. O zaman dürüst poli­ti­kacıların işi kolaylaşır, si­yasi parti sayısı kendiliğin­den ikiye ya da üçe düşer. Çünkü istismar edilecek bir şey kalma­yınca ciddi politi­kalar üretmek gerekir. Bu da zor iştir. Bilgi birikimine, alt yapıya ve yeterli donanıma sahip olmayı gerektirir. Ama istismar kolaydır. Kim daha çok bağırır ve daha çok ya­lan söylerse daha çok taraf­tar bulabilir.

sünniler devletlerini, İslam adıyla değil, Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi adlarla kur­muş­lardır. Dört halife döne­minde devlete ad bile kon­mamıştır. Bunlar boşuna değildir. Arada bu kadar fark varken şiiler ile ehl-i sün­neti aynı saymak kabul edilemez bir hata olur.( PROF. ABDULAZİZ BAYINDIR- DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ TEOKRASİ VE LAİKLİK)

EVLİYÂ:
Velî kelimesinin çoğuludur. (Bkz. Velî)
1. Dostlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
لاَّ يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُوْنِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّهِ فِي شَيْءٍ إِلاَّ أَن تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللّهِ الْمَصِيرُ*
La yettehizil mü'minunel kafirine evliyae min dunil mü'minin, ve mey yef'al zalike fe leyse minallahi fi şey'in illa en tetteku minhüm tükah, ve yühazzirukümüllahü nefseh, ve ilellahil masiyr. Mü’minler, mü’minleri bırakıp inkârcıları dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır. Allah, asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü dönüş Allah’adır.”  (Âl-i İmrân sûresi: 28)

2. Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyet'e uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ*
E la inne evliyaellahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun. Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. “ (Yûnus sûresi: 62)

Allahü teâlâ buyurdu ki: "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş
olur..." (Hadîs-i kudsî-Buhârî)

Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ hatırlanır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ).

Evliyânın alâmeti üçtür:Birincisi, derecesi yükseldikçe tevâzûsu, alçak gönüllülüğü artar.İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz. (Ebû Abdullah Seczî)

Bir kimse velîlik mertebesine ulaşsa, onun üzerine Hak teâlânın bir perde örtmemesi, onu halkın gözünden gizlememesi mümkün değildir. "Evliyâm kubbelerim altında (saklı)dır. Onları benden gayrısı tanıyamaz." hadîs-i kudsîsinin mânâsı da budur. Burada bildirilen "Kubbeler", beşeriyyet sıfatlarıdır. Pamuktan veya başka maddelerden dokunmuş perde değildir. İnsanlık sıfatları öyle bir şeydir ki, o velîde, Hak teâlâ hazretleri açık bir kusur kılar veya bir hünerini ayıp sûretinde gösterir. "Onu Allah'tan başka kimse tanıyamaz." demek, "İçi ilâhî irâde nûru ile dolu olmayan kimseler o velîyi anlıyamaz" demektir. Ancak o nûr ile nurlanan kimseler anlayabilir. (Alâüddevle Semnânî)

Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü teâlâ ile berâber
olur. (Yahyâ bin Muâz)
Allahü teâlânın evliyâsı büyük günâh işlemekten mahfûzdurlar, korunmuşlardır. (Kuşeyrî)

Evliyânın huzûruna boş olarak gelmelidir ki, dolu olarak dönülebilsin. Onların acıması,
ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır.(İmâm-ı Rabbânî)

VELÎ (El-Veliyyü):
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Mü'minleri seven, onlara
yardım eden, işlerini bitiren, sevdiklerini sevmediklerine gâlib, üstün kılan, kâfirleri
sevmeyen.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَـذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ*
İnne evlen nasi bi ibrahime lellezinettebeuhü ve hazen nebiyyü vellezine amenu, vallahü veliyyül mü'minin. Şüphesiz, insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette ona uyanlar, bir de bu peygamber (Muhammed) ve mü’minlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmrân sûresi: 68)

Her Cumâ gecesi el-Veliyyü ism-i şerîfini söyliyenin işleri kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)

2. Bir çocuğun veya kadının babası yoksa baba tarafından dedesi, yoksa kâdı veya
bunların vasî tâyin ettikleri kimse.
Eskiden müslümanlar dînî nikâhın dört mezhebe uygun yapılmasına çok dikkat ederlerdi.
Şâfiî ve Hanbelî ve Mâlikî mezheblerinde nikâhın doğru olması için, birinci şart, bâliğa olan kıza da velînin izin vermesi lâzımdır. Velî bu üç mezhebde babadır. Baba yoksa, babanın babası ve onun babasıdır. Bunlardan sonra erkek kardeşidir. Bundan sonra, erkek kardeş oğlu, sonra onun oğludur. Sonra amca, sonra amca oğlu ve onun oğludur. (Saîdüddîn Fergânî)

3. Vasî. Meyyitin (ölünün) hayatta iken, öldükten sonra namaz keffâreti ve daha başka
işlerini yapması için vasiyyet ettiği kimse veya vârislerden (mîrâsçılarından) biri.
Bir kimse, ağır hasta olursa, öldükten sonra namaz keffâreti yapılması için vasiyyet
etmesi, velîsinin de bu vasiyyeti yerine getirmesi lâzımdır. (Tahtâvî)

4.Allahü teâlânın rızâsını kazanmış sevgili kulu; her şeyi Allahü teâlâ için seven ve her işi O'nun rızâsı için yapan, her an Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak kimse, eren. (Bkz.Evliyâ)
“Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş gibi olur.” (Hadîs-i kudsî-Mektûbât)
“Allah'ın velîleri öyle kimselerdir ki, görüldüklerinde Allah hâtırlanır.” (Hadîs-i şerîf- Râmûz-ül-Ehâdîs)
Farzların birincisi Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra haramlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz gelerek kalbi temizlenir ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Velîlerin kalbleri, Hakk'ın nazargâhıdır. O kalblere girmiş olanlara da o nazardan nasîb
erişir. (İmâm-ı Rabbânî)
Eğer insanlar velî zâtların kadrini, kıymetini bilip, iyice anlayacak derecede olsalardı,
herkes karşılaştığı bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü görünüş îtibâriyle velî de bizim gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de Allahü teâlânın bir velî kulu olabilir.
(Dâvûd-i İskenderî)
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için en kısa ve kolay yol; bir velîyi tanıyıp,onun sözlerinden Ehl-i sünnet îtikâdını, ibâdetlerini ve tasavvufun edeblerini kolayca öğrenmek ve bunlara uymak ve onu sevmektir. (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)
Velî hayatta iken kınındaki kılıç gibidir. Vefât ettikten sonra kınından çıkar, tasarrufu
daha kuvvetli olur. (Echûrî)
Üç nişan olur velîlerde demiş erbâb-ı dil, Biri ol ki, görenin gönlü ona mâil olur. Onun ikinci nişânı, oldur ki, iyi bil, Her ne dese, dinleyenler, sözüne kâil olur. Üçüncüsüne gelince, cümle a'zâsı onun, Şer' ile âdâb ile her zaman âmil olur.(Erbâb-ı dil: Gönül ehli. Mâil: Meyleden, akan Nişan: Alâmet Kâil olmak: Kabûl etmek,Şer'i din: İslâmiyet. Âdâb: Edebler. Âmil olur: Yapar) (M. Sıddîk Gümüş)

MÜRŞİD:
İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât. İyi bir müslüman olmaları için, insanları
terbiye eden, âlim ve velî.
Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki türlüdür: Birincisi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem izinde giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan evliyâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Seâdetlerin anahtarı, Allahü
teâlânın sevdiklerini sevmektir. (Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur.
Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır. (Muhyiddîn ibni Arabî)
Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük
zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker
Genc)

Mürşîd-i Kâmil:
Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış,
kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât.
Mürşîd-i kâmilin bakışları, kalb hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir. Onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi; kötü, çirkin huyları insanların kalbinden siler, süpürür. (İmâm-ı Rabbânî)
Mürşîd-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı a'zâm Ebû
Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'dir.Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Mürşid-i kâmil, mürîdi evvel ehl-i hal ider mSonra, Fahr-i kâinâtın bezmine idhâl ider
Nice yıllar sa'y ile eremediği menzileBir nefeste mürşid-i kâmil onu îsâl ider (Abdülehad Nûrî)
TARÎKAT:
Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkib ettikleri yol.
Hicrî beşinci asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların fert ve cemiyet
hayâtında büyük te'sirleri olmuştur. İnsanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar.Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular.
Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydana getirdiler. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerlerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebeb oldular (İslâm Târihi Ansiklopedisi)
Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) ismini vermişlerdir. (Abdullah-ı Dehlevî)
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîkî İslâm âlimlerinin ve
Peygamber efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarîkatçı ünvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)
CEMÂAT:
Topluluk.
1. İbâdet etmek için bir araya gelen topluluk.
Cemâatle kılınan namaza, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi kat fazla sevâb verilir.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Güzel bir abdest alıp, mescidlerden birine cemâatle namaz kılmak için gidenin, Allahü teâlâ her adımına bir sevâb yazar, her adımında amel defterinden bir günâhı siler ve Cennet'te onu bir derece yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergib vet-Terhîb)
Nâfile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ey kardeşim! Sizin için üç şeyi seviyorum. Kur'ân-ı kerîmi gece gündüz okumanızı,
cemâate devâmınızı ve kötü işlere mâni olmanızı. (Abdullah ibni Avn)
Açıkta, gizlide her zaman Allahü teâlâdan kork. Beş vakit namazı cemâatle kıl. Harama
yönelme. Böylece, Allahü teâlâya yakınlardan olursun. (Abdullah bin Dînâr)
Dünyâda, Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber bulunmak ve cemâatle namaz kılmaktan
daha lezzetli bir şey kalmadı. (Câkîr el-Kürdî)
2. Peygamber efendimiz ve Eshâbının bildirdiği hak yol üzere bulunan müslümanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat.
Şeytan, insanın kurdudur. Kenarda köşede kalmış, sürüden ayrılmış koyunu kurt
yakaladığı gibi, şeytan da cemâatten ayrılanları yakalar. Sakın cemâatten ayrılmayınız.
(Hadîs-i şerîf-Muhtasar fî İlm-il-Hadîs)
Cemâat rahmettir. Ayrılık azâbdır. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Cemâate yapışınız. Çünkü Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzere bir araya getirmez.
(Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Kim cemâatten bir karış ayrılırsa, İslâm ipini boynundan çıkartmıştır. (Hadîs-i
şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Cemâat-i İslâmiyye: Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdî'nin Pakistan'da kurduğu bozuk teşkîlât.
Cemâat-i İslâmiyye reisleri, Ümmet-i Muhammediyye'yi parçalamak ve Ehl-i sünnetin
dışında sapık bir çığır açmak gâyesiyle yeni bir teşkîlât kurdular ve kendilerinden başkasının doğru yolda olmadığını söylediler. (Mevlevî Ebû Ahmed)
TEKKE:
Tasavvufun yâni İslâm ahlâkı ilminin ve diğer dînî ilimlerin öğretildiği ve tatbik edildiği yer. Dergâh ve zâviye de denir.
Tekke ilk defâ, Kûfeli Ebû Hâşim adına hicrî ikinci asır sonlarına doğru, Şam
yakınlarındaki Remle'de kuruldu. (Ebû Nuaym)
Tekkelerde yetişenlerden Zünnûn-i Mısrî, Ahmed Yesevî, Hallâc-ı Mensûr, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi sayısız büyük velîler,

yaşadıkları asırlara, eserleri ve yaşayışlarıyla mühürlerini vurmuşlardır. Bu büyükler, insanlık târihinin şeref levhalarıdır. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
ŞEYH:
1. İhtiyâr.
2. Bir ilim dalında ihtisas etmiş olan.
3. Mürşîd-i kâmil; insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatan, dîni, İslâm'ı
yayan ve onların mânen olgunlaşmalarını sağlayan rehber zât. Çoğul şekli meşâyıh ve
şüyûhtur. (Bkz. Meşâyıh)
Ehl-i sünnet yolunda (Peygamber efendimiz ve O'nun Eshâbının yolunda) bulunan ve onu yayan şeyhinizin sohbetini büyük nîmet biliniz. Nasîhatlarına kıymet veriniz. Gösterdiği yolda bulununuz. (İmâm-ı Rabbânî)
Şeyhlerin âlim olması ve mes'eleleri herkesin anlıyabileceği şekilde çözmesi lâzımdır. Son zamanlarda tekkeler, câhillerin eline düştü. Dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildi. Bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır. Dîni bilmemek, anlamamaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Şeyh-i Ekber:
Büyük âlim, velî, rehber. Evliyânın büyüklerinden Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin v. 638 (m.1240) lakabı.
Şeyh-i ekber "Fütûhât-ül mekkiyye" kitâbında; "Belâlardan, tehlikelerden gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak,
Peygamberlerin âdetidir" buyurmaktadır. (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)
Şeyh-i ekber bir eserinde "Sin, Şın'a gelince Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar" buyurdu.
Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han, Şâm'a geldiğinde bu sözün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına da bir câmi ve imâret yaptırdı. (Yûsuf Nebhânî)

DERVÎŞ:
Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve
yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak
değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de
Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk)
Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül,Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.
(Yûnus Emre)

DERGÂH:
1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer. (Bkz. Tekke)
2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)
Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim.Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün ümmet-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddînİznikî)

MÜRÎD:
Tasavvufta Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için evliyâ bir zâtın terbiyesi altına giren
talebe. Mürîd, mürşidinin (hocasının) yanında cenâze yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmalıdır.(İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlânın sevgisi ile ve O'nun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanan mürîd,
bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Her işinde Allah'tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabır ve affeder. Her geçimsizlikte, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefeste Allah'ını düşünür. Gaflet ile (Allahü teâlâyı unutmuş olarak) yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekten korkar. Kalbleri, Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini; "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" diyerek anar. Hepsinin iyi olduğunu söyler. (Abdülhâk-ı Dehlevî)
Mürîd olanlar, severler, kalblerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler.
Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye çalışırlar. (Ali Sincârî)

KERÂMET:
İkrâm, üstünlük.Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı, yâni
fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler.
Velîden meydana gelen kerâmet, tâbi olduğu peygamberin mûcizesidir. Kerâmet ya kâinât içindeki maddî şeylerle yâhut rabbânî ilim ve mârifetlerle ilgili olur. İkinci kısım kerâmetler daha yüksektir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Kerâmet, evliyâlık için şart değildir. Yâni kerâmetin velîlerde mutlaka bulunması şartı
yoktur. Hârikulâde haller, bâzan hâli dîne uygun olmayan kimsede de görülebilir ki bu
istidrac veya sihir (büyü) yoluyla olur. Buna kerâmet denmez. Çünkü kerâmet dînin
emirlerine uyup, yasaklarından sakınan kimseden meydana gelir. İstidrac, nîmet gibi görünen, aslında sâhibi için, felâket olan hârikulâde hallerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Bütün hârikulâde haller ya istiyerek meydana gelir veya istemeyerek. İstemeyerek
meydana gelenlerde kerâmet sâhibi çok mahcûb olur ve kendini gizlemeye çalışır. İstiyerek meydana gelen kerâmet eğer din için faydalı olacaksa, izhârı gösterilmesi câizdir. Din için faydalı değilse, kerâmet sâhibi onu göstermeye aslâ teşebbüs etmez. (Muhyiddînİbn-ül-Arabî)
ŞEFÂ'AT:
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve
sellem olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler) ve küçük yaşta ölen müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; günahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
O gün, Allahü teâlânın kendisine şefâat etmeye izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. (Tâhâ sûresi: 109)
Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed
bin Hanbel)
Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm)
Kıyâmet günü peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler şefâat edecektir. (Hadîs-i
şerîf-İhyâ)
Şefâat haktır. Tövbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için,
peygamberler, velîler, sâlihler, melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat
edecek ve kabûl edilecektir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Küçük çocuklar, anasına ve babasına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar bile, anasına ve
babasına şefâat ederler. (İmâm-ı Birgivî)
Mahşerde (kıyâmette bütün insanların toplanıp, hesâba çekileceği yerde), şefâat beş
türlüdür: Birincisi; kıyâmet günü, mahşer yerinde kalabalıktan ve çok uzun beklemekten
usanan günâhkârlar, feryâd ederek, hesâbın bir an önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefâat olunacaktır. İkincisi; suâlin ve hesâbın kolay ve çabuk olması için şefâat edilecektir. Üçüncüsü; günâhı olan mü'minlerin, Sırat'tan Cehennem'e düşmemeleri, Cehennem azâbından korunmaları için şefâat olunacaktır. Dördüncüsü; günâhı çok olan mü'minleri Cehennem'den çıkarmak için şefâat olunacaktır. Beşincisi; Cennet'te sayısız nîmetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı, îmânının ve amellerinin miktârınca olacaktır. Cennet'tekilerin derecelerinin yükselmeleri için de şefâat olunacaktır. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlerin sonuncusu, Resûlullah efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın af ve mağfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar şaçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır... (İmâm-ı Rabbânî)
Şefâ'at-ı Kübrâ:
Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların
mürâcaatları üzerine Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabûl olması. O gün herkes kendi başının çâresini aramakla meşgûl olur. O gün yalnız Resûlullah efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!" der ve ümmetini ister.
ZİKR:
Anmak; gafleti gidermek için her işte Allahü teâlâyı hatırlamak. Yâd etmek.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, râhata kavuşur. (Ra'd sûresi:
30)
(Kullarım!) Siz beni (tâat ile beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikr ederseniz, ben de
sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle) anarım. (Bekara sûresi:
152)
Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikr edenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikr etmeği sevmektir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
Cennettekiler en çok dünyâda Allahü teâlâyı zikr etmeden geçirdikleri zamanlar için
üzülürler. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
Zikr, yalnız, Kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar "Allah" demek değildir. Her ne
şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikr olur. Buna göre, dînin emirlerini
yapmak, yasaklarından sakınmak hep zikrdir. Dînin emrettiği şekilde alış-veriş yapmak
zikrdir.Dîne uygun olarak yapılan her iş zikrdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve
yasakların sâhibi hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü Teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatları ile yapılan zikr çabuk te'sirini gösterir ve Allahü teâlânın sevgisini hâsıl eder. Bu sebeble tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîd ile zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfte; "Bir şeyi çok anan, onu çok sever" buyruldu. Dolayısıyle seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O'nu sever; Allahü teâlâyı sevince kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Her vakit Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalbde başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikr yapmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Zikr bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)
Her an dilleriyle Allahü teâlâyı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan her biri, güler bir hâlde Cennet'e gireceklerdir. (Cübeyr bin Nufeyr)
Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez. (Ebû Abdullah
Rodbârî)
Zikr et zikr bedende iken cânın,Kalb temizliği zikr iledir Rahmânın.(İmâm-ı Rabbânî)
Zikr-i Cehrî:
Allahü teâlâyı yüksek sesle anma.
Zikr-i Hafî:
Allahü teâlâyı gizli (sessiz) olarak ve kalb ile hatırlama.
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden yetmiş kat üstündür. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Seyfiyye)
Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden daha efdâldir, üstündür. (İmâm-ı Rabbânî)

UZLET:
Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme.
İslâm âlimleri zaman ve şartlara göre uzlet etmenin bâzan faydalı ve bâzan da zararlı
olduğunu bildirmişlerdir.
Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilaç, uzlet etmektir. (Muhammed
Hâdimî)
Uzlet eden, insanların şerrinden kurtulur ve râhat olur. Çünkü insanların arasında
bulunduğu müddetçe, gıybet sıkıntısından ve onların sû-i zannından (kötü düşüncelerinden) uzak olmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Kanâat eden, kimseye muhtâc olmaz, uzlet eden selâmete erer, hasedi bırakan mürüvvete kavuşur. (Hasan-ı Basrî)
İnsanlara karışmakta ve haklarını yerine getirmekte bir çeşit tevâzu bulunur. Uzlette ise
bir çeşit tekebbür (kibirlenme) vardır. Hattâ uzletten sebep, mevki sevgisi ve tekebbür
olabilir. (İmâm-ı Gazâlî)
Bizim yolumuzun temeli sohbettir. Uzlette şöhret vardır. Şöhret de âfettir. (Hâce
Behâüddîn Buhârî)
VECD:
Tasavvuf yolunda bulunan bir kimsenin çok zikretmesi (Allahü teâlâyı anması) veya bir
başka sebeb netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhunun coşması, kalbinin gayr-i ihtiyârî (elinde olmadan) kendinden geçmesi, taşması hâli.
Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) zâhirini (dışını, bedenini), dînin emir ve
yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına sebeb olduğu gibi, bâtın (kalb)
işlerine, Allahü teâlânın rızâsından başka düşünceleri kalbinden çıkarmaya, kibir, hased
(kıskançlık), kin gibi mânevî hastalıklardan temizlemeye çalışması da, kalbde ve rûhta vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâller ve vecdler, matlûbun (aranılanın) başlangıcıdır, maksad değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
ZÜHD:
1. Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak.
Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve
büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeği, te'min eder. (Hâris el-Muhâsibî)
2. Dünyâdan ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmak.
Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir; dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir.
(Hadîs-i şerîf-Câmi-üs-Sagîr)

ÇİLE:
Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.
Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esiri olmak şerefine kavuştursun. Hakîkî kurtuluş
O'na esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka bir şey düşünmemek, hâtıra bir şey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hatta bu yolun büyüklerinden bir kaçı kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
Ahrâriyye büyükleri, zamanlarında bulunmayan, halvet yâni yalnız başına kalmak, kırk
gün bir yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Câhil sûfiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar.
Kırk gün çile çekmeyi ve riyâzetler yapmayı beğeniyor, Cum'a namazına ve cemâate
gitmiyorlar. Halbuki bir farz namazı cemâat ile kılmak onların binlerle, kırk günlük
çilelerinden daha faydalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
ÇİLEHÂNE:
Çile yapılan yer. (Bkz. Çile)
Açlıkla ve insanlardan kaçarak çilehânede yalnız yaşamakla nefislerini temizleyenlerin,
fakat Hak teâlâya yaklaşmayanların firâsetleri, cisimleri, maddeleri keşfetmek, mahlûkların gayblerini haber vermektir. Bunlar yalnız mahlûklardan haber verir. Çünkü Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

AKÂİD:
Akîdeler. Akîde kelimesinin çoğulu. İslâm dîninde inanılacak şeyler, îmân bilgileri.
Âkıl ve baliğ olan (ergenlik yaşına ulaşan) erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır.Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.(İmâm-ı Rabbânî)
Ehl-i sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâturîdiyye mezhebi. 2. Eş'ariyye mezhebi.
Birincisinin imâmı Ebû Mansur Mâturîdî, ikincisininki İmâm-ı Ebü'l-Hasen Eş'arî
hazretleridir. İkisinin bildirdiği îmân esasları aynıdır. Yalnız aralarında, teferruatla ilgili, îzah,ifâde ve uslub tarzından doğan cüz'î farklılıklar vardır. (Taşköprüzâde)
Hudâ Rabbim nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah Akâidde, Ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah (İbrâhim Hakkı Erzurumî)
Akâid İlmi:
Îmân esaslarını anlatan ilim dalı.
Akâid ilmi, îmânın esaslarını geniş ve derin olarak anlatır. Bu ilme önceleri Fıkh-ı ekber, sonraları Kelâm ilmi denildi. Akâid ilmi ile ilgili ilk eser İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin yazdığı El-Fıkhu'l-Ekber'dir. Daha sonra Ehl-i sünnet îtikâdını anlatan pek çok eser yazıldı. (Muhammed Muhyiddîn)
LEDÜNNÎ İLMİ:
Allahü teâlânın vergisi, ihsânı olan mânevî ilim. (Bkz. İlm)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Orada kendi indimizden bir rahmet (vahy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve
ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular. (Kehf sûresi: 65)
Ledünnî ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinden olan, bir ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir. (Seyyid Abdülhakîm)
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatli idi. Allahü
teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilir, Hak teâlânın bildirmesiyle Ledünnî ilmine muttalî (vâkıf) idi. (Sa'lebî, İmâm-ı Rabbânî)
Matematik fizik kimyâ bu esrârı çözmüyor Ledünnî ilminde üstâd bir Süleymân isterim
(Süleymân bin Ahmed)
ŞERÎAT:
Peygamberlere gelen ilâhî hükümler (emirler ve yasaklar), din. İslâmiyet.
İslâm dîni, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını te'min edecek bir şerîat getirmiştir.
Bu şerîat sâdece fertle Allah arasında vâsıta kurmakla kalmayıp, ferdin bir topluma, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazîfelerini geniş şekilde tanzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu şerîat insan rûhunu ve bütün insanlığı sevk ve idâre edecek esâslardan, hükümlerden ibârettir. Sosyal adâlet üzerine kurulmuştur. Bu şerîatte sınıflaşma yoktur. Herkes eşit haklara, aynı îtibâra sâhiptir. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Îmân edip de kendini şerîate uyduran müslümândır. Şerîati kendi arzûlarına, keyflerine
uydurmak isteyen îmânsızdır. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ; şerîatleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her şerîat, kendisinden önce gelen şerîati nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen, her şerîatı değiştirmiş, daha doğrusu şerîatlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmeyecek olan şerîat, Muhammed aleyhisselâmın şerîatıdır. (S. Abdülhakîm-i Arvâsî)
TASAVVUF:
Ahlâk ve kalb ilmi. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak. Kalbde
îmânın vicdânileşmesi, yâni Ehl-i sünnet îtikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici te'sirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin ve sıkıntıların giderilip,ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması. Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet îtikâdında idi. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri,
Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir.(Abdullah-ı Dehlevî)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut
gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular.(Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla
yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali bin Sehl)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (dînin emir ve
yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû SaîdEbü'l-Hayr)
HÂL:
Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün,
darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir.
Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin
başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de
amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî)
Hâl Ehli:
Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ)
Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî)

ÂLEM:
Allahü teâlâdan başka her şey, Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsi, kâinât, varlıklar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Elbette Allahü teâlânın bu âlemlere hiç ihtiyâcı yoktur. (Ankebût sûresi: 6)
Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet (delîl) olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların (yaratılmışların) hepsine "Âlem" denmiştir. Varlıkların aynı cinsten olanlarının her birine de, âlem, meselâ, insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız maddeler âlemi denir. (Teftâzânî, Seyyid Şerîf Cürcânî, Senâullah Pânî Pütî)
Âlem sonradan yaratılmıştır. Çünkü devamlı değişikliğe uğramaktadır. Böyle her değişen şey sonradan var edilmiştir. Âlem de devâmlı değiştiği için, o da sonradan yaratılmıştır. (Reyhâvî)
Cisimlerin, maddelerin, durmadan değişmeleri, birbirlerinden meydana gelmeleri sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni âleme, böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin bir başlangıcı var demek, âlemin var oluşunun bir başlangıcı var demektir. Yâni âlem yok iken, hepsi yoktan yaratılmış ve yine yok olacaklardır demektir. Âlemi yoktan yaratan ise, hep var olan, hiç değişmeden, sonsuz var olan Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi)
Âlem-i Kebîr (Büyük Âlem):
İnsandan başka bütün mahlûkât, kâinat ve içindekiler.
Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şereflisi ve en büyüğüArş'dır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ecsâd:
Yerler, dağlar, gökler gibi, ölçülebilen ve tartılabilen madde âlemi. Buna âlem-i halk,
âlem-i şehâdet ve âlem-i mülk de denir.
Âlem-i Emr:
Arşın üstünde olup, madde olmayan, ölçülemeyen ve herkesin anlayamayacağı âlem.
Buna, âlem-i melekût ve âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ve mekânsızlık âlemi de denir.
Âlem-i emrde sırayla; kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ denilen beş latîfe (makam, mertebe) vardır.(Ahmed Fârûk-i Serhendî)
Âlem-i halkın ötesi, âlem-i emrdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i emr bâzı bakımlardan âlem-i halktan üstün ise de, küllî fazîlet yâni her bakımdan üstünlük âlem-i halktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Ervâh:
Ruhlar âlemi. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Mânâ:
1. Rüyâ âlemi.
Peygamber efendimizi âlem-i mânâda görmek büyük bir devlet, büyük bir nîmettir.
Nitekim hiç bir kâfir, hiç bir zındık, hiç bir mürted, hiç bir sûretle Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı âlem-i mânâda göremez. Zîrâ münâsebetleri yoktur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Âlim ve sâlih bir zât olan Yûsuf bin Hüseyin'i mânâ âleminde gördüler. Allahü teâlâ sana ne muâmele yaptı, dediler. Rahmetiyle muâmele etti. Ne ile dediler. Hiç bir zaman ciddî söze şaka karıştırmadığım için, dedi. (İmâm-ı Gazâlî)
2. Âlem-i emr. (Bkz. Âlem-i Emr)
Âlem-i Melekût:
Madde, his, akıl, ölçü âleminin üstündeki âlem.
İlimlerin hepsi his yolları ile değildir. Bir kısmı da âlem-i melekûta âittir. Bu dünyâ için
yaratılmış olan hisler, âlem-i melekûtun bilinmesine perde olurlar. Onlardan kurtulmadıkça aslâ o âleme yol bulunmaz. (İmâm-ı Gazâlî)
Âlem-i Misâl:
Varlıkların kendilerinin değil de sûretlerinin, görünüşlerinin bulunduğu âlem.
Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi vardır. Vehim ve hayâl değildir. Âlem-i misâl bütün
âlemlerin (yaratılmışların) en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla hayâle gelen şeylerin, mânâların bu âlemde bir sûreti, görünüşü vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Sagîr:
Yaratılmışların hepsinden kendisinde bir nümûne bulunduğu için insana verilen ad.
İnsan, âlem-i kebîrdeki (insan dışında bulunan âlemdeki) her şeyi kendinde topladığından, mahlûkların (yaratılan varlıkların) en kıymetlisi olduğu gibi, kalb de âlem-i sagîrde bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. Kalbe Âlem-i asgar (en küçük âlem) ismi verilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî)
Âlem-i Süflî:
Dünyâ.
Âlem-i Zâhir:
Görünen âlem, dünyâ.

ÂLİM:
Bilen, ilim sâhibi.
1. Her şeyi bilen mânâsına Allahü teâlânın sıfatlarından biri.
Allahü teâlâ gizliyi de âşikar olanı da âlimdir. (Haşr sûresi: 22)
2. Zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve yüzbinlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilmi ve bunların kolları olan seksen
ilminde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen müctehid.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Ümmetimin âlimlerine hürmet ediniz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır. (Hadîs-i
şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin yüzüne bakmak İbâdettir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâik)
Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u ulûmiddîn)
Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerâyı (devlet başkanlarını) hafife alanların dünyâsı,
dostlarını hafife alanların mürüvveti (insanlığı) yıkılır. (Abdullah bin Mübârek)
3. Bir ilim dalında yetişmiş mütehassıs kimse (uzman).
Allahü teâlâ birine iyilik vermek isterse onu fıkıh âlimi yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
4. Öğreten, öğretici.

Ya âlim, ya talebe, yâhut bunları dinleyici ol. Bu üçten olmazsan helâk olursun.
(Hadîs-i şerîf-Ahmed ibni Hanbel)
Âlimin bir nazarı bulunmaz hazînedir Bir sohbeti yıllarca bitmez kütüphânedir.
(Seâdet-i Ebediyye)

ARŞ:
Allahü teâlânın yarattığı en büyük varlık. Yedi kat göklerin ve kürsînin üstünde olup, halk (madde) âleminin sonu, emr (maddesizlik) âleminin başlangıcı. Arşullah, Arş-ı mecîd ve Arş-ı a'lâ da denir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bundan evvel ise) Arş'ı su üzerinde idi. (Hûd sûresi: 7)
Bu âyet-i kerîme, suyun, yerden ve göklerden önce yaratıldığını gösteriyor. Demek ki,
Arş, yerin yapısında olmadığı gibi, göklerin yapısına da benzemez. Yere ve göke benzer tarafı yoktur. Ancak Arş, yerden ziyâde göklere benzer. Bunun için göklerden sayılmaktadır.(Ahmed Fârûkî)
Yedi sınıf kimseyi Allahü teâlâ hiç bir gölge bulunmayan günde, Arş'ın gölgesinde
gölgelendirir: (Bu kimseler) Adâletli devlet başkanı, gençliğini ibâdetle geçiren, kalbi
mescidlere bağlı olan, Allah rızâsı için birbirini sevip bir araya gelen ve bu sevgi ile
ayrılan, güzel bir kadın kendini çağırdığı zaman; "Ben Allah'tan korkarım!" diyen, sağ elinin verdiği sadakayı, sol eli bilmeyecek şekilde gizli veren ve yalnız iken Allahü Teâlâyı zikredince (anınca), Allah korkusundan ağlayan. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Arş-ı a'lâ, Allahü teâlânın şaşılacak mahlûklarından (yarattıklarından) biridir ve
mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden daha sâf ve nûrludur. (İmâm-ı Rabbânî)
Namazın kıblesi Kâbe olduğu gibi, duânın kıblesi de, Arş'tır. Bunun için duâda eller
kaldırılıp, avuç içleri semâya doğru açılır. (İmâm-ı Gazâlî)

BERZÂH ÂLEMİ:
Dünyâ ile âhiret arasındaki âlem; kabir âlemi.
Berzâh âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ hayâtında hem his
(duygu), hem de irâde (istek) ile hareket vardır. Berzâh hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir, elem (acı) ve azâb duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. (Ahmed Fârûkî)
2. Tasavvufta âlem-i misâle verilen ad. (Bkz. Âlem-i Misâl)
Berzâh âlemi, âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ile âlem-i ecsâd (madde âlemi) arasında yer alır.
Ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve mânâlar bu âlemde latîf şekillerde
görünürler. Çünkü iki âlemdeki her hakîkate ve her mânâya uygun birer şekil, heyet, görünüş bu âlemde bulunur. Bu âlemde kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve mânâ yoktur.
Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir.
Berzâh-ı Kübrâ:
Kabirden kalkıp, mahşer yerinde hesâbın görülüp Cennet veya Cehenneme gidilinceye
kadar geçen zaman.
Berzâh-ı kübrâda, insanların dağılmış, çürümüş, erimiş parça ve kemikleri bir araya
getirilir. (Muhammed Ma'sûm)
Berzâh-ı Sugrâ:
Kabre konduktan kıyâmet kopup kabirden kalkıncaya kadar olan zaman.
Ervâh (rûhlar) ve berzâh-ı sugrâ, fazla düşünmeye ve üzerinde inceleme yapmaya gelmez.
Bu konuda zan ve tahmin ileri sürmek doğru değildir. Nasslar (âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîfler) ile sâbit olanlara (bildirilenlere) kısaca îmân etmek lâzımdır. Onun etrâflı olarak bilinmesini Allahü teâlânın ilmine havâle etmelidir, bırakmalıdır. (Ahmed Fârûkî)


BÂTIN:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). His (duyu) organları ile
hissedilemiyen, hayâl gücü ile hayâl edilemiyen, akıl ile anlaşılamayan.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ Bâtındır. (Hadîd sûresi: 3)
2. Kalb ve rûh, iç âlem, gönül.
Bütün âzâları (organları) İslâmiyet'in emirlerini yapmakla süsledikten sonra, bâtına
teveccüh etmeli (yönelmeli), böylece yapılan ameli, ibâdeti gafletten, Allahü teâlâyı unutarak  yapmaktan uzak tutmalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bu dünyâda, amel, ibâdet lâzımdır. Bu amellerin, bâtına çok yardımı vardır. Bâtının
ilerlemesi, zâhirin (görünüşün, bedenin) İslâmiyet'e uymasına bağlıdır. O hâlde bu dünyâda her zaman, zâhir de bâtın da İslâmiyet'e muhtaçtır. Bedenin işi İslâmiyet'e uymak, bâtının işi de, İslâmiyet'in (ona uymanın) meyvelerini toplamaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Öyle yaşayınız ki, etrâfınızda bulunanların bâtınları toparlansın. (İmâm-ı Rabbânî)
Zâhir Mânâ:
Lafızdan (sözden) anlaşılan, açık, görünen mânâ.
Ehl-i sünnet âlimleri, nasslara (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere) zâhir mânâlarını
vermişlerdir. Zarûret olmadıkça, nassları te'vîl etmemişler, bu mânâları değiştirmemişlerdir.
Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanlarından işittiklerine uyarak nasslara yanlış mânâ vermişlerdir. (Seâdet-i Ebediyye)
Zâhirî İlimler:
Okuyarak, çalışarak ve araştırarak elde edilen, öğrenilen ilimler. Kelâm, tefsîr, fıkıh gibi
din bilgileriyle; mantık, matematik, fizik, kimyâ, biyoloji, geometri gibi fen bilgileri.
Zâhirî ilimlerde mütehassıs, tasavvuf derecelerinde çok yüksek olan derin âlim, büyük
velî Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki: "Hazîn ses ve Allah sevgisini anlatan şiirler ve evliyây-ı kirâmın hayâtını bildiren kasîdeler, kalbdeki bağlılığı harekete getirir. Hafif sesle zikr etmek (Allahü teâlânın adını anmak) ve İslâmiyet'in yasak etmediği şiirleri dinlemek Çeştiyye yolunda olanların kalblerini inceltir."
Zâhirî ilimlerden olan tefsîr ilmini öğrenmek ve Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini yapabilmek için şu on beş ilmi bilmek lâzımdır:Lügat, sarf, nahv, iştikak, meânî, beyân, bedî, kırâat, usûl-i din, fıkıh, esbâb-ı nüzûl, nâsih ve mensûh, usûl-i fıkh, hadîs, ilm-i kulûb. Bu ilimleri bilmeyen kimsenin tefsîr yapması câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)
BİD'AT:
Sonradan ortaya çıkan şey, ilk defâ benzersiz bir şey ortaya koymak.
Peygamberimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan
meydana çıkarılan, uydurulan söz, yazı, usûl ve işler, reformlar.
Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir.
Bid'atlerin hepsi dalâlettir. Yoldan çıkmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Bir millet, dîninde bir bid'at yaparsa, Allahü teâlâ, buna benzeyen bir sünneti yok eder.Kıyâmete kadar bir daha geri getirmez. (Hadîs-i şerîf-Dârimî)
Sünnete giden yol; bid'atten kaçmak, Eshâb-ı kirâmın icmâ'ına (söz birliğine) uymak,
bozuk din adamlarından uzaklaşmak, bir Allah adamını tanımak ve eserlerini okumaktır.
(Ebû Ali Hasen Cürcânî)
Değiştiremeyeceğim bir bid'atı görmektense, mescidde söndüremiyeceğim bir ateşi
görmeyi tercih ederim. (Ebû İdrîs Havlânî)
Bid'atin terki, sünneti yerine getirmekten iyidir. Bid'atin yaygın olduğu, sünnetin terk
edildiği bu karanlık zamanda, ilim öğrenmek, öğretmek ve yaymak en önemli iştir.
Resûlullah'ın sünnetini ihyâ etmek maksadların en büyüğüdür. Bu dünyâ amel, iş, ibâdet
yeridir. (İmâm-ı Rabbânî)

BUĞZ:
Sevmeme, nefret etme, düşmanlık.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar (İbrâhim aleyhisselâm ve berâberindeki mü'minler) kâfirlere dediler ki: "Biz
sizden ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putlarınızdan uzağız. Bizden sevgi beklemeyiniz. Allahü teâlâya bir olarak inanıncaya kadar bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz dâimâ âşikârdır (Putlara tapmayı terk ederseniz, sizi severiz). (Mümtehine sûresi: 4)
Günâh işleyeni eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz.
Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile buğz ediniz, bu ise îmânın en aşağı derecesidir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Müslümanlığın alâmeti, kâfirlere buğz ve inâd etmektir. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse bir âlime buğz etse veya söğse bu yaptığı sebebsiz ise, o kimsenin küfründen
(îmânının gitmesinden) korkulur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Birbirinize düşman değil kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. (Abdülkâdir-i Geylânî)
CÂİZ:
1. Ruhsat, izin verilmiştir, olabilir, yapılabilir, günah değildir.
Kur'ân-ı kerîmi abdestsiz ezberden okumak câizdir. Günah olmaz. Fakat abdestli okumak daha iyidir. (İbn-i Âbidîn)
Sabah namazında aldığı abdest bozulmadan, bu abdest ile, öğleyi, ikindiyi, akşamı ve
yatsıyı kılmak câizdir. Günah olmaz, fakat her namaz için abdest almak daha iyi olur. (İbn-i Âbidîn)
2. Sahîhdir, doğrudur.
Bâyi' (satıcı) bu malı bin liraya sana sattım, dese, müşteri (alıcı) da bir şey söylemeyerek alsa câiz olur. Bâyi' malı verse, müşteri parasını verse, hiçbir şey söylemeden câiz olur. (İbn-i Hümâm)
3. Tenzîhen mekruh.
Amca, dayı kızı ile evlenmek câizdir. Bir mecbûriyet olmadıkça, yapılmaması daha iyi
olur, yapılırsa da günah olmaz. (İbn-i Hümâm)
Güneşte ısınan su ile abdest almak câizdir. Hıristiyanın kestiği hayvanın etini yemek de
böyle câizdir. (Tahtâvî)
Câiz Değil:
1.Sahîh değil.
Ağaçta belirmemiş olan meyveyi satmak, akıllı olmayan küçük çocuğun alış-verişi, yâni
pazarlık edip, söz kesmesi câiz değildir. (İbn-i Hümâm)
2. Mekruh.
Namaz kılmak için, Kâbe, câmi resmi bulunan seccâdeyi yere sermek câiz değildir.
(Seâdet-i Ebediyye)
3.Haram.
Alkollü içkilerin damlasını bile içmek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
4.Fâsid, bâtıl.
Yürüyerek namaz kılmak câiz değildir. (Fethu'l-Kadîr)
5-Küfür.
Allah göktedir, yerdedir demek câiz değildir. Şaka olarak da olsa, zünnar denilen papaz
kuşağını bele bağlamak câiz değildir. (Şeyhzâde Muhammed Efendi)
SAHÎH:
Şartlarına uygun olan iş veya ibâdet.
Bir amelin, ibâdetin sahîh olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahîh
olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahîh yapılmış, yerine getirilmiş olmaz. Cezâsından, azâbından kurtulunamaz. Sahîh olup da kabûl olmayan ibâdet için, azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevâbına kavuşulamaz.
İbâdetin kabûl olması için önce sahîh olması, sonra şu dört şartın bulunması da lâzımdır: İlim,
niyet, hulûs yâni ihlâs ve kul hakkına riâyet. İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh şöyle
buyurmaktadır: "Bir kimse, peygamberin ameli gibi amel yapsa fakat üzerinde yarım dank (yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe, Cennet'e giremez." (Abdülhakîm Arvâsi)
CEHÂLET:
Bilmeme, bilgisizlik. Din bilgilerini bilmeme. Câhillik.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Âyetlerimize îmân edenler sana geldiği zaman şöyle de: "Allah'ın selâmı üzerinize
olsun. Rabbiniz, size rahmet ve merhamet vaad buyurdu. Öyle ki, içinizden kim cehâletle bir fenâlık yapmış da arkasından tövbe edip (hâlini) düzeltmişse (Allah'ın ona mağfireti vardır.) Muhakkak ki Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir. (En'âm sûresi: 54)
Cehâletten daha şiddetli bir fakîrlik yoktur. (Hadîs-i şerîf-Nisâb-ül-Ahbâr)
Bilmediklerinizi sorunuz. Cehâletin ilâcı süâldir (yâni soru sorup öğrenmektir). (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Dârü'l-İslâm'da, İslâm memleketinde bulunan bir kimsenin meselâ namazın ve orucun
farz, içki, kumar ve zinânın haram olduğu konusundaki cehâleti mâzeret kabul edilmez. (İbn-i Âbidîn)
Câhil, cehâletinden dolayı mâzur sayılsaydı, cehâlet ilimden üstün olurdu. (İmâm-ı Şâfiî)
On şey insanın varlığını öldürür: 1) Terbiye azlığı, 2)Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet
beklemek, 4)Şehvet azgınlığı, nefis kudurganlığı, 5) Baş olma sevdası, 6)Dünyâya düşkün olmak, 7) Nefisle dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kabalık sertlik yapmak. (Bâyezîd-i Bistâmî)
Kişiye ilim olarak Allahü teâlâdan korkması, cehâlet olarak ucub, kendini, yaptığı
ibâdetleri, iyilikleri beğenerek bunlarla övünmesi yetişir. Ucb artınca ahmaklık hâlini alır.
İnsanın kendi ayıplarını görmesine mâni olur. (Mâcid-ül-Kürdî)
Emr-i Ma'rûf:
Dinde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
ذَلِكَ أَدْنَى أَن يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُوا أَن تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا اللّهَ وَاسْمَعُوا وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ*
Zalike edna ey ye'tu biş şehadeti ala vechiha ev yehafu en türadde eymanüm ba'de eymanihim vettekullahe vesmeu vallahü la yehdil kavmel fasikiyn. Bu (usul), şahitliği lâyıkıyla yerine getirmeleri ve yeminlerinden sonra başka yeminlere başvurulacağından endişe etmelerini sağlamak için en uygun çaredir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve dinleyin. Allah, fasık toplumu doğruya iletmez. “ (Mâide sûresi: 108)

“Birbirinize müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en
kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” (Hadîs-i şerîf-Mişkât)

“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı
çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'deolanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir?Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden men ederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.” (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)

“Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz
yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker
sevâbı yanında denize nazaran bir damla su gibidir.”  (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil,güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, en tesirli,en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur. (İmâm-ı Birgivî)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın niyetinin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü
teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak şekilde tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)

Nehy-i Anil Münker:
Günahlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَـئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ*
Vel mü'minune vel mü'miratü ba'duhüm evliyaü ba'd ye'mürune bil ma'rufi ve yenhevne anil münkeri ve yükiymunes salate ve yü'tunez zekate ve yütiy'unellahe ve rasuleh ülaike se yerhamühümüllah innellaha azizün hakim. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”  (Tevbe-71)
“Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap; buna
gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini koru!" (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîbvet-Terhîb)
Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile
anlatarak söylemeli, sert, ağır sözlerde bulunmamalıdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)

UBÛDİYYET:
Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek. Allahü teâlânın işinden râzı olmak.
Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak.
Ubûdiyyetin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır.(İmâm-ı Rabbânî)

ULÛHİYYET:
İlâhlık, ibâdet olunmaya hakkı olmak.
Ulûhiyyete, ma'bûdiyyete hakkı olan yalnız Allahü teâlâdır.Şerîki, ortağı, benzeri yoktur.
Vâcib-ül vücûddur. Varlığı elbette lâzımdır. Noksanlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri O'nda yoktur. (Mevlânâ Hâlid)
Ulûhiyyet sıfatları bulunana ibâdet edilir. Bu sıfatları bulunmayanın ibâdet olunmaya
hakkı yoktur. İbâdete hakkı olanın, yalnız bir olması lâzımdır. O da bir olan Allahü teâlâdır. (İmâm-ı Rabbânî)

FETVÂ:
Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen
cevâb.
Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye
düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Bir kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit olur.
(Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
hüküm çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı nakledici denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar, müctehidlerin sözlerini bildirirler.
(İbn-i Hümâm)
Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî)
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ
verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)
FEYZ:
Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp
gelen mânevî bilgiler.
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak
dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır.
Böylece feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve
bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve
bereketinden faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât okuyup
sevâblarını mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
vesîle yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)
Gelince feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an, Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve âhirette) selâmet yâ Resûlallah! (Yaman Dede)
FIKH (Fıkıh):
Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri
bildiren ilim.
İbâdetlerin en kıymetlisi, fıkıh ilmini öğrenmek ve öğretmektir. (Hadîs-i şerîf-Mecmûa-i Zühdiyye)
Allahü teâlâya fıkıhtan daha üstün bir şeyle ibâdet edilmedi. Muhakkak ki, bir tek fıkıh âlimi, şeytan üzerine bin âbidden daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dînin direği de fıkıhtır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Fıkıh ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin
veya öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ
ved-Dîn)
Fıkhın bânîsi (kurucusu) Ebû Hanîfe'dir (İmâm-ı a'zam). Fıkhın dörtte üçü ona âittir.
(İmâm-ı Rabbânî)
Fıkıh ilmi dört büyük kola ayrılır: 1) İbâdât: Namaz, oruç gibi ibâdetler. 2) Münâkehât:
Evlenme ve boşanma ile ilgili hususlar. 3) Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler vb. 4) Ukûbât: Cezâlar. (Ahmed Zühdî Efendi)
Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât
kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. (İbn-i Âbidîn)
Fıkıh bilgisi, ekmek su gibi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
FİRÂSET:
Allahü teâlânın, mü'minlere ihsân ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti.
Mü'minin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar. (Hadîs-i
şerîf-Tirmizî, Taberânî)
Mürşid-i kâmiller (rehber zâtlar), firâsetleri ile talebenin kâbiliyetini anlarlar. (Abdullah
Ensârî)
Harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan
koruyanın, sünnete uyarak zâhirini (dışını) süsleyenin, helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz. (Şah Şücâ Kirmânî)
Firâset, îmân kuvvetinden doğar. Kimin îmânı daha kuvvetli ise o nisbette firâseti keskin yâni isâbetli ve doğru olur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
GAVS:
Yardım eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.
Muhyiddîn-i Arabî'ye göre gavs, medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre ise,
medâr kutbundan ayrı ve daha yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeble, medâr kutbu birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makamlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır. (Bkz. Kutb) (S.Abdülhakîm Arvâsî)
Gavs-ı A'zam:
Büyük gavs (yardımcı). Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabı.
Gavs-üs-Sakaleyn:
İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, tasavvufta Gavs derecesine ulaşmıştır. İnsanlara ve
cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle Gavs-üs-sakaleyn ve Gavs-ül-a'zam lakablarıyla meşhûr olmuştur. (Şâh-ı Nakşibend)
HADÎS:
Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler.
Uydurduğu bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir.
(Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (MuhammedHâdimî)
İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.
Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz, Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz.
(Şeyh Sa'dî)
Hadîs Âlimi:
Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse.
Hadîs-i Âhâd:
Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah
efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Âmm:
Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Cibrîl:
Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf.
Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek
dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir."
Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine inanmak,
indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu.
"İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Hadîs-i Garîb:
Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden)
birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs.
Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o
kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî)
Hadîs-i Hâs:
Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler.
Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin
Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim)
Hadîs-i Hasen:
Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı
sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler.
YüceAllah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi
Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-işerîf-Riyâzü's-Sâlihîn)
Hadîs-i Kavî:
Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Kudsî:
Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî)
Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki:
Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî)
Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de
azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye)
Hadîs-i Maktû':
Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i
şerîfler.Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-iKudâme-Buhârî)
Hadîs-i Mensûh:
Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler.
Hadîs-i Merdûd:
Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz.
Hadîs-i Meşhûr:
İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i
ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Mevdû:
Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler.
Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî)
Hadîs-i Mevkûf:
Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i
ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mevsûl:
Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu"
diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç
birinde kesinti olmaz.
Hadîs-i Muddarib:
Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Muhkem:
Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mu'allak:
Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan
hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Munfasıl:
Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i
şerîfler.
Hadîs-i Müfterâ:
Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp,
sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin
uydurma sözleri.
Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının
yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur.
Hadîs-i Mürsel:
Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca
Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Münkatı':
Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:
Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):
Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Müteşâbîh:
Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i Mütevâtir:
Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan
işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları mümkün değildir.Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i Nâsih:
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki
hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri.
Hadîs-i Sahîh:
Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar,
rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bulan) hadîsler.
Hadîs-i Şâz:
Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler.
Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar.
Hadîs-i Zaîf:
Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.
Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz.
Hadîs İmâmı:
Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen
büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir.

Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu
düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında
bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir
müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondankıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterseAllahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter.
Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir:
Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken
batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar.
Hadîs-i Nefs:
Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis
denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir.
Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu tercîh
kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî)
HURÂFE:
Dîne, fenne, akla uymayan sözler ve işler.
İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, yalancılığı reddeden,
insanları günahkâr değil, bilâkis Allah'ın kulu olarak kabûl eden, onlara hayatta çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden bir dindir. (KemâhlıFeyzullah)
Bu günkü hıristiyanlık, putperestlik ve hurâfelerle doludur. (H.F.Fellow)

HALÎFE:
Birinin yerine geçen.
1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün
müslümanların reîsi (başı).
Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ
Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır.(Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn)
Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; "Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya
güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi,
müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî)
2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye
etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle
buyurdu:
"Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli
kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Halîfe-i Âdile:
Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû
Bekr'in halîfeliği böyledir.
Halîfe-i Câbire:
Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren.
Halîfe-i Râşide:
İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i
kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)
İCMÂ':
1. Edille-i şer'iyyenin (din bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsü. Bir asırda yaşayan müctehid denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihadlarının birbirine uygun olması.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble icmâ' denilince Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i tâbiînin (Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır.(İbn-i Âbidîn)
Bir şeyi Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmedi ise, Tâbiîn'in sözbirliği bu şey için icmâ' olur.Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiînin sözbirliği bu şey için icmâ' olur.
Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara selef-i
sâlihîn denilir. (İbn-i Âbidîn)
Dinde zarûrî olan yâni câhillerin de bildikleri icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider. (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dinde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her müslümanın bilmesi, böyle olduklarında sözbirliği yapmaları.
Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her müslümanın mutlak
bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâ'ı da mûteberdir. Ancak bu, onların icmâ'ı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir. Bu kısım icmâ', üzerinde icmâ' yapılan husûsun her müslüman tarafından bilindiğini, bu sebeple her müslümanın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmiyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir. (Molla Hüsrev, Serahsî, Hâdimî)


MUSTAFA KEMAL BEKTAŞ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder